21 Mart 2015 Cumartesi

Nedim Gürsel'e bir "çaylak"ın yanıtı: Sansasyonel Fiyasko (2011)

Nedim Gürsel’in “Allah’ın Kızları” romanı epey konuşulmuştu. Orada Hz Muhammed’i roman kahramanına dönüştürmüştü Gürsel ve kitap muhafazakâr kesimin pek hoşuna gitmedi. Şimdi yeni romanı var raflarda: “Melek Şeytan ve Komünist.” Bir söyleşisinde “bu roman da muhafazakâr solcular olarak niteleyebileceğim bir kesmin tepkisini çekebilir”1 diyor. Aynı zamanda kitabının bomba etkisi yaratacağından emin. Sağ kalmaya çalışarak okudum bu bomba kitabı.

Roman üç koldan ilerliyor. İlk bölümde, Nâzım Hikmet üzerine biyografi hazırlamış bir yazar, elinde şairle ilgili belgeler olduğunu söyleyen mechul bir ses tarafından Berlin’e çağırılıyor. Yazar, sesin sahibine ve belgelere ulaşana kadar Berlin’de dolaşıyor ve buradaki anılarını hatırlıyor. Aklında hep Nâzım var; onunla birlikte Doğu Almanya deneyimi. Aklına sık sık gelen diğer kişiyse, bir dönem bu şehirde ilişki yaşadığı İpek adında bir fahişe ve İpek’in bembeyaz, dolgun “ikizleri”.

İkinci bölüm belgelere ayrılmış. Sahibi, Doğu Almanya Gizli Servisi Stasi’ye muhbirlik yapan Ali Albayrak. Onun raporlarından oluşan “gizli belgelerde” Nâzım Hikmet’in Türkiye’den ayrıldığı dönemde neler yaşadığını okuyoruz. Şairin aşklarıyla soslanmış raporlarda, vurgu Nâzım’ın Troçkistliğinde ve Stalin karşıtlığında.

Üçüncü fasılda Ali Albayrak’ı tanıtıyor bize yazar. Kimdir Ali Albayrak? “Eski bir komünist”, eski bir asker ve muhbir. Bu bölümün sosunu ise, Ali Albayrak’ın yaşadığı cinsel taciz, “piç”liği ve eşcinselliği oluşturuyor.

Bir Yazarın Portresi
Berlin sokaklarında dolaşan Nâzım hayranı, belge peşindeki yazarın kim olduğunu anlamaya çalışalım: Pekala onun için de –kitaptaki genel kurala uyarak- “eski bir komünist” diyebiliriz. Çünkü, Marx ve Engels’in heykelleriyle karşılaştığında şunu söylemekten kendini alamıyor: “Karl Marx ve Engels’in heykellerine dokunulmamıştı. Yıllar boyu üzerine titrediğim, haklarında kimseye tek olumsuz söz söyletmediğim iki ahbap çavuşa doğru çekildiğimi hissettim. Gövdemin derinliklerinden gelen, karşı konulmaz, tuhaf bir duyguydu, dev bir mıknatıs beni o yana doğru çekiyordu sanki. Marx oturmuş, Engels ayakta duruyordu. Kendilerine güvenleri tamdı ahbap çavuşların. Gidip Marx’ın kucağına oturmak geldi içimden. ‘Gençliğimin tüm enerjisini çaldın, bir hırsızsın sen!’ diye haykırmak.” (s. 77)
Marx ve Engels’i ahbap çavuş ilişkisi içinde gören yazarın Lenin’e karşı tavrı da net: “Çözümün Lenin’e dönüşte olduğunu sanıyordu üstat, oysa yara çok daha derinde, Lenin’in bizzat kendisindeydi.” (s 71)
Belli ki romanın kahramanı “yazar”, geçmişinden hiç hoşnut değil, neyse ki çoktan o günlerle hesaplaşmasını yapmış ve defterini dürmüş. Zaten biraz sonra da “Ne hayallerim vardı ne de uğruna hapse atılmayı, sorgulanmayı, sakat kalmayı, hatta öldürülmeyi göze alabileceğim bir ülkü. İçimde çoktan sönmüştü devrimin ateşi...” diyerek bunu vurguluyor. (s 98) Bu cümleleri bir özeleştiri olarak da algılayabiliriz:  Gençliğinin tüm enerjisini harcamış ama hiçbir zaman o ülküye sahip olmamış.

Muhbirin Raporlarında Nâzım Hikmet
Başta belirtmiştim, bir muhbirin hazırladığı raporlardan müteşekkil belgeler. Üstelik, sıradan bir muhbir değil bu. Bir dönem şaire âşık olmuş, Harbiye davası sonrasında “onun yüzünden” hapis yatmış, ardından, “körükörüne bağlı olduğu parti fikirlerine” karşı geldiğini düşündüğü için Nâzım’dan nefret eden biri. Hal böyle olunca belgeler şaire karşı ithamlarla, alaylarla dolu. “Yazanın bakış ve görüş açılarını yansıtsalar da, içerik bakımından şairin sürgün yıllarında yaşadıklarını, siyasi duruşunu, yolculuklarını ve aşklarını kapsıyor2” diyerek, aktardıklarının tümüyle gerçek olduğunu belirttiği bu fasılda Nedim Gürsel, “körü körüne inancı” sorgulamak peşinde. Peşinde olduğu başka bir konu ise “TKP’nin tutucu anlayışına da radikal bir eleştiri getirmek”3. Tüm bunları Ali Albayrak’ın kalemiyle yapıyor olması ayrıca dikkate değer.
Öyleyse şimdi de Ali Albayrak’ın nasıl biri olduğuna bakalım. Aslında, Nedim Gürsel de bunu bekliyor bizden. Aksi halde ona ve geçmişine romanında geniş alan ayırmazdı. Belli ki biçarenin neden böyle davrandığını anlamamızı istiyor.
Albayrak, babasının kim olduğunu bilmeyen (yazarın deyimiyle) bir piç. Hayli zor geçen çocukluğundan sonra Harbiye’de öğrenim görmüş bir asker. Eşcinsellikle de o yıllarda tanışıyor. Gürsel’in, bu karakteri yaratırken amacı “geleneksel değerlerle, ataerkil ahlak anlayışıyla uyuşmayan, marjinal bir kahraman yaratmak4”mış. Ona ilham veren ise yine eski bir TKP’li olmuş. “Boğazkesen” romanının Almanya’daki tanıtımında, “Ben koskoca Fatih’e ibne dedirtmem” diye çıkışmış orada bulunanlardan biri. Sonra öğrenmiş ki, çıkışan eski bir TKP’li. Bunun üzerine Gürsel de “romandaki TKP’li eşcinsel olsun bakalım, nasıl olacak5” demiş. Bu eşcinsel TKP’liyi asker kökenli yapmak da ona ilgi çekici gelmiş olmalı.

Albayrak’ın komünistliği
Ali Albayrak, Nâzım’la tanıştıktan sonra soyunuyor komünizm meselesine. Sözde, şiirlerinden etkileniyor ama bunun gerçek olmadığını çok geçmeden öğreniyoruz. Çünkü “herkes hem kendi havasında, kendi dünyasında hem başkalarıyla; bir o yalnız, hep böyle tek başına kalabalıkta. Partiye biraz da bu yalnızlıktan kurtulma çabası, bu yakınlık arayışı yöneltti onu, yoksulluğu ortadan kaldırıp halkı kurtarma sevdası değil. Burjuvazinin saltanatına son vermek hülyası hiç değil.” (s 273) Ardından “parti genel sekreteri Fuat Bananer’in sayesinde Moskova’ya düşecekti yolu. Marksizmi orada öğrenecek, Kızıl Meydan’ı da, Lenin’in kabrini de, elinin körünü de orada görecekti.” (s 274)
Görüldüğü gibi “ne adam ne bir baltaya sap olamayıp, komünist olmuş” (s 224) jurnalcinin partisine,  Sovyetler Birliği’ne körü körüne bağlılığı da, “eski tüfek”liği de palavra. Onun da hiçbir zaman ülküsü olmamış, tıpkı romanın kahramanı yazar gibi. Yazar gibi, Albayrak da hayatının tüm enerjisini aslında hiç inanmadığı “elinin körü” bir uğurda harcamış.
Aslında, yazarla ortak bir noktaları daha var. İkisi de deyimleri, mesela “ahbap çavuş” demeyi seviyor. Yoksa Ali Albayrak, Nâzım’ın Türkiye’den kaçışını raporunda anlatırken, “Motor birden stop etmez mi! Tam bizim ahbap çavuşlar denizin dibini boylamak üzereyken, ne garip gemi yavaşlamış” demezdi, değil mi? (s 124)

Üslup Sorunu
Buraya kadar “Melek Şeytan ve Komünist”in meselesini ortaya koymaya çalıştım. Şimdi meselesi kadar önemli başka bir konuya geldi sıra. O da romandaki üslup sorunu. Ben bu ismi verdim, ama siz –az sonra vereceğim örnekleri okuduktan sonra- buna isterseniz mizah, isterseniz alay ya da aşağılama deyin.
Romanın kahramanı yazara göre “sahi, o zamanlar duvar vardı, kesmece Diyarbakır karpuzu gibi ortadan ikiye bölünmüştü Berlin’i”. (s 15) O sıralarda Nâzım Hikmet “Marx ve Engel’in kitaplarını hatmeklekle meşguldü ‘Hafız-ı Kapital’ olabilmek için.” (s 21) Şair’in partiye katılmasıysa yazara göre bir ülküye sahip olduğundan değil – belki kendisi ve muhbir gibi- yalnızlıktan kurtulmak içindi. Yazarın bunu ifade ederken kullandığı bir kelime gerçekten bomba etkisinde: “Annesi de, o devrin kadınlarında pek alışık olmadığımız bir davranışla pek ilgilenmemişti oğluyla. Bahriye Mektebi’ne verildiğinde yalnız ve küskündü. Birkaç yıl sonra Moskova’da Ekim Devrimi’yle tanışınca ailesi bilmişti komünistleri. Bir daha da ömür boyu kopamamıştı onlardan. Çocukluğunda yaşadığı kopuşlar canına yetmiş, iki çocuklu, dul bir kadın olan büyük aşkı Piraye’ye sığınmadan önce Lenin’in manevi eniklerinden oluşan başka bir aileye sığınmıştı.” (s 48) Ali Albayrak da benzer bir üslup sorunu yaşamakta. Öyle ki, ihbar ettiği ve kendi elleriyle felaketine neden olduğu, işkencede ölen yeğeni Çelik’ten söz ederken “ve Çelik’e su verildi” göndermesini yapmaktan geri durmuyor.

Aslı Bomba Romana Düşünce
Epey bölüp parçaladık romanı. Bu kez uzaklaşıp geneline bakalım. “Melek Şeytan ve Komünist”, aktardığım fikirleri dillendirirken, öyle zaaflara düşüyor ki, Nedim Gürsel’den bu kadarını beklemiyorsunuz. Romanda sık sık, kahramanının yalnızca bir biyografi yazarı olduğunu vurgulaması, “romancı, büyük bir üslup ustası değilim, sıradan bir biyografi yazarıyım bu da sıradan bir komünist olmaktan pek farklı sayılmaz” (s 93) diyerek kendini temize çıkarma çabası da onu kurtaramıyor. İlk bölüm, bir finale bile gerek duyulmadan, “Peki ya sonra? Sonrasını biliyorsunuz zaten, İpek’le hikâyemi de, Berlin hikâyesiyle birlikte anlattım dilim döndüğünce. Şimdilik benden bu kadar” (s 117) cümlesiyle bitiveriyor. Bitiyor ama sonrasındaki bölümlerde de yeni bir ses yaratma zahmetine girişmiyor Gürsel. Yazar ile Ali Albayrak’ın aynı üslupla konuştuklarının örneğini vermiştim. Yazarın İpek’le yaşadıklarını hatırlarken ikide bir “dolgun, bembeyaz ikizlerini nasıl ağzına verdiğini” söylemesinin neye hizmet ettiğini anlamak mümkün değilken, Gürsel’in, İpek’le Albayrak’ı Berlin gibi büyük bir şehirde, tesadüf eseri karşılaştırması da hayli zorlama görünüyor.  

Yazarın Sorumluluğu
Nedim Gürsel, “romancının sorumluluğu önce kendisine, sonra okurlarına karşıdır”6 diyor bir söyleşisinde. Yine aynı söyleşide, “romandaki yazar Nedim Gürsel midir?” sorusuna şöyle yanıtı veriyor: “Romandaki o karakter, bazı yönleriyle bana benziyor, bunu yadsıyamam. Zaten benzetenler de çok oldu. Ama o, biyografi yazarı sıfatıyla ‘Şeytan, Melek ve Komünist’in, yani bir romanın kahramanı, bense yazarıyım.” Bu cümlelerden cesaret alıp, biyografi yazarın kitaptaki şu sözlerini, Gürsel’in ağzından yineleyelim: “Ey okur, ben burada Berlin’de7, sana hizmet için yine yollardayım, ya sen neredesin? Cinsi tükenen komünistler gibi sen de silinip gittin mi yeryüzünden, yoksa bir yerlerde gizlenmekte misin?” (s 95) “Komünistlerin cinsi” yeryüzünden silinip gitmemiştir. Ancak, kendisine karşı sorumluluğunu yerine getirmeyen bir yazarı, okurlar, mutlaka ardında bırakıp gideceklerdir.

Dipnotlar:

1- 3 -5: Banu Duran’ın Nedim Gürsel ile söyleşisi, Vatan Kitap, http://pazarvatan.gazetevatan.com/haberdetay.asp?hkat=1&hid=16688&yaz=G%FCncel
2- 6: Roman Kahramanları dergisi, Nisan sayısı, Nedim Gürsel ile söyleşi
4: Bülent Günal’ın Nedim Gürsel ile söyleşisi, Habertürk, http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/606643-romanima-muhafazakar-solcular-tepki-gosterebilir
7: Nedim Gürsel “Melek Şeytan ve Komünist’i Berlin, Paris, İstanbul üçgeninde yazmış. Bu cümleleri de pekala Berlin’de kurmuş olabilir.

10 Mart 2015 Salı

Sanat tarihçisi Ali Artun anlattı: MUHAFAZAKÂR ÇAĞDAŞ SANAT

"Eğer bugün, Dubai ve Abu Dhabi dünyanın önde gelen birer finans merkezi ve lüks tüketim odağı haline geldilerse, bunda şeriatçı İslam monarşilerinin çağdaş sanatla kurduğu ittifakın etkisi büyüktür."


Günümüzün en zengin çağdaş sanat koleksiyonları Katar Emiri’ne ait. En görkemli çağdaş müzeler ise Abu Dhabi’de. Yani şeriatla yönetilen Arap Emirlikleri, çağdaş sanat zengini.
Türkiye’ye baktığımızda, “muhafazakâr sanat” söylemi, çeşitli yollarla, sanatın her alanında hâkim kılınmaya çalışılıyor.  Çağdaş sanat ise, fuarlar, bienal, müze ve müzayedelerde Türkiye’de altın çağını yaşıyor. Bu gelişmelere, Dolmabahçe Sarayı’ndan sürülerek geçmişle bağı koparılan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin adının “çağdaş sanat müzesi” olarak değiştirilme çabasını da ekleyelim.
Manzaraya bakınca, haliyle insan düşünmeden edemiyor: Nasıl oluyor da birbirine zıt görünen “muhafazakârlık” ve “çağdaşlık” kavramları yan yana gelebiliyor? Hatta birlikte gelişiyor ve birbirini olumluyor? Bu soruları, sanat tarihçisi Ali Artun’a yönettim. “Bugünkü muhafazakâr rejimlerin sanatı ‘geleneksel sanatlar’ değil, daha ziyade çağdaş sanattır” diyen Artun’un anlattıklarını, hiç araya girmeden aktarıyorum.

Modernliğe karşı
Muhafazakârlık ile çağdaş sanat arasındaki ortaklık, en başta, ikisinin de modernliğe karşı olmasından kaynaklanıyor. Küreselleşme bir anlamda modernliğin tasfiyesidir. Ulusallığın, bireyselliğin, evrenselliğin, sekülerizmin, kamusallığın, rasyonalitenin... Modernliğe ait normların parçalanmasında çağdaş sanat önemli bir rol oynuyor. Normlar parçalandığında da ne oluyor? Bir kültürel rölativizm geliyor. Dünyanın toplumsal farklılık yerine kültürel farklılık üzerine örgütlenmesinde çağdaş sanat çok kullanıldı. Doğu Avrupa’daki tarihçiler bu hadiseye “sanatın Balkanlaştırılması” diyor.

Tarihin silinmesi
Çağdaşlık tarihi siliyor; “şimdi”ye indirgiyor. Borges “şimdinin sonsuzluğu”ndan bahsediyor. Estetik normlarından ve tarihinden kurtulan sanat, sürekli yeniden anlamlandırılıyor, sürekli güncelleniyor. Sonunda sanat eleştiriden yalıtılıyor. Çünkü eleştirinin referansları yok oluyor. Böylece çağdaş sanat, muhafazakâr kültür politikalarıyla kaynaşabiliyor. 
Bu demek değildir ki, sanatçılar topyekûn muhafazakârlaşıyor. Çünkü bu kaynaşma, sanatçıların iradelerinin ve sanatlarının ötesinde bir durum. Benim değindiğim, çağdaş sanatı kendilerine mal eden güçlerin, onu nasıl kullandıkları ve anlamlandırdıkları. Yani, çağdaş sanata ilişkin egemen ideoloji ve teknolojiler. Bunları da alt edecek olan en başta gene sanat. Dolayısıyla zamanımızda da siyaset, muhalefet, itiraz, vb sanatın bağrında duruyor. Nihayetinde Gezi de, en azından situasyonist anlamıyla, bir sanat olayı değil miydi? Ama işte, bu başkaldırılar, çağdaş iletişim teknolojilerince ele geçiriliyor ve yeniden anlamlandırılıyor. 

Sanat, iletişim aracı
Sonuçta, tarihinden, felsefesinden (estetikten), eleştiriden yalıtılmış olan sanat özerkliğini kaybediyor ve kolayca bir iletişim dili olarak işlevselleştirebiliyor. Küreselleşmenin bir adı da iletişimsel kapitalizm. Guattari semantik bir savaştan bahsediyor. İşte bu ortamda, Arap Emirlikleri kendini çağdaş sanatla markalandırabiliyor, pazarlıyabiliyor. Floransa, Paris ve New York’un ardından, zamanımızda dünyanın sanat merkezinin Doha olduğu konuşuluyor. 

Metropolleri satmak
Küreselleşme uluslararası değil de metropoller arası rekabete dayanıyor. 
Şirketlerin, bienallere, fuarlara, müzayedelere, sanat bankacılığına bu kadar yatırım yapması nereden kaynaklanıyor? Çünkü çağdaş sanat , zamanımızda metropoller arası rekabetin örgütlenmesinde son derecede etkili bir mecra. Piyasayı olumluyor, estetikleştiriyor. Eğer bugün, Dubai ve Abu Dabi dünyanın önde gelen birer finans merkezi ve lüks tüketim odağı haline geldilerse, bunda şeriatçı İslam monarşilerinin çağdaş sanatla kurduğu ittifakın etkisi büyüktür. 

Gösterileşen müzeler
Çağdaş sanatın muhafazakârlıkla bağdaşmasının diğer bir yolu da, müzenin giderek bir gösteriye, medyaya dönüşmesidir. Bu mimarlıkla başarılır. Bilbao Guggenheim Müzesi’nde olduğu gibi, artık müze gezmek öncelikle mimari bir deneyim haline gelmektedir. Bugün özellikle Abu Dabi ve çevre kentler birer müze adasına çevrilmiştir. Hepsi de dünyadaki bir avuç yıldız mimar tarafından tasarlanan ve müzelerin başı çektiği dev yapılar, Emirliklerin, çağdaş mimarlık rönesansının merkezi olduğu efsanesini beslemektedir. Guggenheim’dan sonra Louvre da Abu Dabi’ye taşınmaktadır. Bu çok semboliktir. Çünkü bir anlamda Fransa’yı, hatta modernliği kurduğuna inanılan, Fransız Devrimi’nin simgesi Louvre, şimdi modernliğe son veren bir monarşi tarafından satın alınmıştır. 

* Bu konuda daha ayrıntılı bilgiye ulaşmak isteyenler, Ali Artun’un editörlüğünü yaptığı, İletişim Yayınları’nda SanatHayat dizisinden çıkan “Çağdaş Sanat ve Kültüralizm” kitabını okuyabilirler.