3 Nisan 2015 Cuma

Bahadır Baruter: "Mizah bu ülkeyi bırakır"



Bu ülkede akla gelmeyen başa geliyor. Son Penguen dergisi davasından söz ediyorum. Haberleri okudunuz: Kendisini AKP sempatizanı olarak tanımlayan bir kişi, Penguen’in 21 Ağustos 2014 tarihli kapağında yer alan çizgi karakterin dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’a “top işareti” yaptığı iddiasıyla şikâyette bulundu. Çizerler Bahadır Baruter ile Özer Aydoğan bu şikâyetle başlayan davada yargılandı. Mahkeme karikatürde hakaret unsuru buldu ve çizerleri mahkûm etti.
Bahadır Baruter’le buluştuk ve yaşananı anlamaya, bir anlamda kuyuya atılan taşı çıkarmaya çalıştık. Olayı değerlendirirken, karşımıza karamsar bir Türkiye manzarası çıktı.

En başta şu “top işareti”ni konuşalım. Eşcinsel demek sizce bir hakaret yöntemimi mi? Böyle bir gönderme mizaha dahil mi?
Eşcinsellik bir hakaret unsuru olamaz. Artık ötekileştirme konusunda son derece duyarlı bir toplumda yaşıyoruz. “Top işaretiyle” sembolize edilen bir eşcinsellik göndermesi ise dünyanın en ahmakça şeyi. Ayrıca, niye Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün görevlisi, Köşk’e çıkan Erdoğan’a “top” desin? Çok yanlış, çok cahil, çok seviyesiz bir şikâyet. Ama bunu ciddiye alan savcının tutumu bizleri ve koca bir mahkemeyi meşgul etti.

Aslında karikatürün önemli bir meselesi vardı. İktidarın medyaya bakışını eleştiriyordu.
Ülkedeki gazeteci kıyımı, iktidarın suntasıyla inim inim inleyen gazeteciler ve öte yandan iktidar karşıtı olmaktan imtina eden bir basın... Karikatür bunları eleştiriyor. Bu kadar önemli bir mesajı ben niye köşk görevlisine “top” dedirterek gölgeleyeyim? Çok saçma, çok ayıp. Ben böyle bir şey yapsam editörler karşı çıkar. Editörler görmese okur isyan eder. Ama o kişiden başka kimse de çıkıp abi siz ne yapıyorsunuz demedi. Bir de ceket başka türlü nasıl iliklenir?

Beraat çıkacağına emindik
Siz davadan mahkûmiyet çıkmasını bekliyor muydunuz?
Hâkimin olaya doğru bakacağına, beraat vereceğine çok emindik. Ama belli ki baskı var. İnsan o derece bir akıl tutulmasıyla yüzleşmedikçe anlamıyor. Ülkede güdümlü bir hukuk olduğunu biliyoruz, duyuyoruz, görüyoruz ama ateş bizi yaktığı zaman ürperdik.
Pırıl pırıl bir adliye sarayı. Hâkim, savcı, izleyenler, herkes eğitimli. Seviyenin bu kadar yüksek olduğu bir yerde, en eğitimsiz, en seviyesiz ülkelere ait bir hüküm giydik.

Karara itiraz edecek misiniz?
Evet ama sonuçtan karamsarım. Söylediğim gibi bu hukukun ardında bir blok halinde iktidar güdümü var. Üstelik şimdi de savcıya hakaret suçlamasıyla yargılanacağım. Savunmamdaki “Şikâyet eden şahsın şuuraltı böyle çalışıyor olabilir ama savcının da şuuraltından şüphe duyuyorum” cümlesi nedeniyle... Mizahı yorarak yıldırma çabası.

Şikâyette bulunan kişinin “dergi kapatılsın” sözü de önemli. Sizce bu Penguen’e karşı bir atak mı?
Demek ki o kişide “böyle birkaç şey daha bulsak dergiyi kapattırırız” özgüveni var. Mizah dergisi kapatılsın, sussun, iktidarı mizahla eleştirmenin önü kesilsin istiyor. Bu sonucu olmayacak bir kalkışma da değil. Onlarcasını ardı ardına sıralayarak gerçekten gülme kuşunu, neşe kuşunu incitebilirler.
İnsanlar zannedebilirler ki ufak bir davadan bunca karamsar bir sonuç nasıl çıkıyor? Ama mizahı yok etme ülkedeki karatma devriminin bir parçası olarak tasarlanıyor olabilir.
Korku değil ama hüzün, üzüntü, keder duyuyorum. Mesleğe ne olurun dışında, böyle bir mizahın yapılmadığı ülkeye ne olur? İşte o çok fena.

Bu benim 12. davam
Aslına bakarsanız tek dava da değil. Siz daha önce de defalarca karikatürleriniz nedeniyle hâkim karşısına çıktınız.
Bu benim 12. davam. Derginin kim bilir kaçıncı... Basın emekçilerinin hepsinin başına gelen artık mizah dergilerinin de başına geliyor. Bu artarak çığ gibi büyüyebilir. Dolayısıyla en azından okur ciddi bir endişe taşıyor olmalı.
Daha öncekilerde bir bakıma konu tartışmaya açıktı. Hakaret unsuru var mı yok mu? Oturur hukukçular tartışır. Ama bu seferkinde adalet son derece yersiz bir bakış açısıyla 3-5 çam devirdi.
Penguen, Anadolu’nun her yerine gitmiyor ama bu tür haberler gidiyor. Ben sokakta karikatüristim dediğimde “haa, top işareti yapan mı?” hor görüsüyle karşılaşırsam sorumlusu bu tip davalar. Biz bu kadar belden aşağı bir üslubun muhatabı olamayız ki...

İktidar sahipleri hoşlanmadıkları karikatür için dava açarlar, bunun örneklerini biliyoruz. Bu kez refleks gösteren iktidar değil, sokaktan bir kişi oldu.
Muhafazakâr mütedeyyin kitlenin refleksleri sertleşti. Mesele artık sadece iktidar değil. Mesele toplumun kendi yapısı, evrilen eğilimleri. Birileri birilerini artık her ortamda kontrol altında tutmaya çalışıyor. Bu karartma devriminin yeni iklimi.
Bence bu, başta konuştuklarımızdan daha önemli. Çünkü meselenin özü bu. Algı iktidar tarafından yönlendirildiği için, iktidar aradan çekilse bile, demek ki artık algının tesiri altında kalan kitlelerle yüz yüze geleceğiz. O da başka bir kaosu getirecek.
Kavgalı, uyumsuz toplum oluşturuluyor. Birbirini ayıklayan, reddeden, iten... Olayı mahkemeye taşıyan iradeye biz iktidar diyebiliriz ama bunu söyleyen sokakta birlikte simit yediğimiz biri...
80’lerde “faşistler dergiyi basacak” kaygısı vardı. Bu algı yok olmuştu. Şimdi tekrar kavgalı çatışmalı ortamda bizi boğmak istiyorlar. Aktroll’ler var. Abi işaret veriyor ve hemen tehditler, küfürler başlıyor.

Siz tehdit alıyor musunuz?
Son olayda fazla tepki almadık. Çünkü ortada aklıselim bir durum yok. Ama öncesinde defalarca ölüm tehditleriyle, hakaretlerle karşılaştım. “Seni sokağa çıkamaz hale getiririz, oğlum ben seni mutlaka yalnız yakalarım” noktasına vardı söylemler. Felaket bir katliam arzusu var. Bunlara “klavyenin arkasındaki hezeyanlar” deyip geçiyorsun. Ama örgütlenebilirler.

Böyle bir ortamda, ben karikatür çizmeyi bırakırım fikri aklınızdan geçiyor mu?
Ben zaten heykel yapıyorum, resim yapıyorum. Bir anlamda kendi dünyama çekildim. Mizah dergisiyle ilişkim eskisi kadar sıkı değil. Yine de bırakmam, niye karikatür çizmeyi bırakayım? Ama böyle giderse mizah bu ülkeyi bırakır.
Bizim yaptığımız popüler mizah dergiciliği sevilmemeye, kollanmamaya karşı dayanıklı bir bünye değil. Biz sevildiğimiz sürece varız. Sevilmezsek hemen hastalanırız. Ama mizahsız bir toplum ölür.

21 Mart 2015 Cumartesi

Nedim Gürsel'e bir "çaylak"ın yanıtı: Sansasyonel Fiyasko (2011)

Nedim Gürsel’in “Allah’ın Kızları” romanı epey konuşulmuştu. Orada Hz Muhammed’i roman kahramanına dönüştürmüştü Gürsel ve kitap muhafazakâr kesimin pek hoşuna gitmedi. Şimdi yeni romanı var raflarda: “Melek Şeytan ve Komünist.” Bir söyleşisinde “bu roman da muhafazakâr solcular olarak niteleyebileceğim bir kesmin tepkisini çekebilir”1 diyor. Aynı zamanda kitabının bomba etkisi yaratacağından emin. Sağ kalmaya çalışarak okudum bu bomba kitabı.

Roman üç koldan ilerliyor. İlk bölümde, Nâzım Hikmet üzerine biyografi hazırlamış bir yazar, elinde şairle ilgili belgeler olduğunu söyleyen mechul bir ses tarafından Berlin’e çağırılıyor. Yazar, sesin sahibine ve belgelere ulaşana kadar Berlin’de dolaşıyor ve buradaki anılarını hatırlıyor. Aklında hep Nâzım var; onunla birlikte Doğu Almanya deneyimi. Aklına sık sık gelen diğer kişiyse, bir dönem bu şehirde ilişki yaşadığı İpek adında bir fahişe ve İpek’in bembeyaz, dolgun “ikizleri”.

İkinci bölüm belgelere ayrılmış. Sahibi, Doğu Almanya Gizli Servisi Stasi’ye muhbirlik yapan Ali Albayrak. Onun raporlarından oluşan “gizli belgelerde” Nâzım Hikmet’in Türkiye’den ayrıldığı dönemde neler yaşadığını okuyoruz. Şairin aşklarıyla soslanmış raporlarda, vurgu Nâzım’ın Troçkistliğinde ve Stalin karşıtlığında.

Üçüncü fasılda Ali Albayrak’ı tanıtıyor bize yazar. Kimdir Ali Albayrak? “Eski bir komünist”, eski bir asker ve muhbir. Bu bölümün sosunu ise, Ali Albayrak’ın yaşadığı cinsel taciz, “piç”liği ve eşcinselliği oluşturuyor.

Bir Yazarın Portresi
Berlin sokaklarında dolaşan Nâzım hayranı, belge peşindeki yazarın kim olduğunu anlamaya çalışalım: Pekala onun için de –kitaptaki genel kurala uyarak- “eski bir komünist” diyebiliriz. Çünkü, Marx ve Engels’in heykelleriyle karşılaştığında şunu söylemekten kendini alamıyor: “Karl Marx ve Engels’in heykellerine dokunulmamıştı. Yıllar boyu üzerine titrediğim, haklarında kimseye tek olumsuz söz söyletmediğim iki ahbap çavuşa doğru çekildiğimi hissettim. Gövdemin derinliklerinden gelen, karşı konulmaz, tuhaf bir duyguydu, dev bir mıknatıs beni o yana doğru çekiyordu sanki. Marx oturmuş, Engels ayakta duruyordu. Kendilerine güvenleri tamdı ahbap çavuşların. Gidip Marx’ın kucağına oturmak geldi içimden. ‘Gençliğimin tüm enerjisini çaldın, bir hırsızsın sen!’ diye haykırmak.” (s. 77)
Marx ve Engels’i ahbap çavuş ilişkisi içinde gören yazarın Lenin’e karşı tavrı da net: “Çözümün Lenin’e dönüşte olduğunu sanıyordu üstat, oysa yara çok daha derinde, Lenin’in bizzat kendisindeydi.” (s 71)
Belli ki romanın kahramanı “yazar”, geçmişinden hiç hoşnut değil, neyse ki çoktan o günlerle hesaplaşmasını yapmış ve defterini dürmüş. Zaten biraz sonra da “Ne hayallerim vardı ne de uğruna hapse atılmayı, sorgulanmayı, sakat kalmayı, hatta öldürülmeyi göze alabileceğim bir ülkü. İçimde çoktan sönmüştü devrimin ateşi...” diyerek bunu vurguluyor. (s 98) Bu cümleleri bir özeleştiri olarak da algılayabiliriz:  Gençliğinin tüm enerjisini harcamış ama hiçbir zaman o ülküye sahip olmamış.

Muhbirin Raporlarında Nâzım Hikmet
Başta belirtmiştim, bir muhbirin hazırladığı raporlardan müteşekkil belgeler. Üstelik, sıradan bir muhbir değil bu. Bir dönem şaire âşık olmuş, Harbiye davası sonrasında “onun yüzünden” hapis yatmış, ardından, “körükörüne bağlı olduğu parti fikirlerine” karşı geldiğini düşündüğü için Nâzım’dan nefret eden biri. Hal böyle olunca belgeler şaire karşı ithamlarla, alaylarla dolu. “Yazanın bakış ve görüş açılarını yansıtsalar da, içerik bakımından şairin sürgün yıllarında yaşadıklarını, siyasi duruşunu, yolculuklarını ve aşklarını kapsıyor2” diyerek, aktardıklarının tümüyle gerçek olduğunu belirttiği bu fasılda Nedim Gürsel, “körü körüne inancı” sorgulamak peşinde. Peşinde olduğu başka bir konu ise “TKP’nin tutucu anlayışına da radikal bir eleştiri getirmek”3. Tüm bunları Ali Albayrak’ın kalemiyle yapıyor olması ayrıca dikkate değer.
Öyleyse şimdi de Ali Albayrak’ın nasıl biri olduğuna bakalım. Aslında, Nedim Gürsel de bunu bekliyor bizden. Aksi halde ona ve geçmişine romanında geniş alan ayırmazdı. Belli ki biçarenin neden böyle davrandığını anlamamızı istiyor.
Albayrak, babasının kim olduğunu bilmeyen (yazarın deyimiyle) bir piç. Hayli zor geçen çocukluğundan sonra Harbiye’de öğrenim görmüş bir asker. Eşcinsellikle de o yıllarda tanışıyor. Gürsel’in, bu karakteri yaratırken amacı “geleneksel değerlerle, ataerkil ahlak anlayışıyla uyuşmayan, marjinal bir kahraman yaratmak4”mış. Ona ilham veren ise yine eski bir TKP’li olmuş. “Boğazkesen” romanının Almanya’daki tanıtımında, “Ben koskoca Fatih’e ibne dedirtmem” diye çıkışmış orada bulunanlardan biri. Sonra öğrenmiş ki, çıkışan eski bir TKP’li. Bunun üzerine Gürsel de “romandaki TKP’li eşcinsel olsun bakalım, nasıl olacak5” demiş. Bu eşcinsel TKP’liyi asker kökenli yapmak da ona ilgi çekici gelmiş olmalı.

Albayrak’ın komünistliği
Ali Albayrak, Nâzım’la tanıştıktan sonra soyunuyor komünizm meselesine. Sözde, şiirlerinden etkileniyor ama bunun gerçek olmadığını çok geçmeden öğreniyoruz. Çünkü “herkes hem kendi havasında, kendi dünyasında hem başkalarıyla; bir o yalnız, hep böyle tek başına kalabalıkta. Partiye biraz da bu yalnızlıktan kurtulma çabası, bu yakınlık arayışı yöneltti onu, yoksulluğu ortadan kaldırıp halkı kurtarma sevdası değil. Burjuvazinin saltanatına son vermek hülyası hiç değil.” (s 273) Ardından “parti genel sekreteri Fuat Bananer’in sayesinde Moskova’ya düşecekti yolu. Marksizmi orada öğrenecek, Kızıl Meydan’ı da, Lenin’in kabrini de, elinin körünü de orada görecekti.” (s 274)
Görüldüğü gibi “ne adam ne bir baltaya sap olamayıp, komünist olmuş” (s 224) jurnalcinin partisine,  Sovyetler Birliği’ne körü körüne bağlılığı da, “eski tüfek”liği de palavra. Onun da hiçbir zaman ülküsü olmamış, tıpkı romanın kahramanı yazar gibi. Yazar gibi, Albayrak da hayatının tüm enerjisini aslında hiç inanmadığı “elinin körü” bir uğurda harcamış.
Aslında, yazarla ortak bir noktaları daha var. İkisi de deyimleri, mesela “ahbap çavuş” demeyi seviyor. Yoksa Ali Albayrak, Nâzım’ın Türkiye’den kaçışını raporunda anlatırken, “Motor birden stop etmez mi! Tam bizim ahbap çavuşlar denizin dibini boylamak üzereyken, ne garip gemi yavaşlamış” demezdi, değil mi? (s 124)

Üslup Sorunu
Buraya kadar “Melek Şeytan ve Komünist”in meselesini ortaya koymaya çalıştım. Şimdi meselesi kadar önemli başka bir konuya geldi sıra. O da romandaki üslup sorunu. Ben bu ismi verdim, ama siz –az sonra vereceğim örnekleri okuduktan sonra- buna isterseniz mizah, isterseniz alay ya da aşağılama deyin.
Romanın kahramanı yazara göre “sahi, o zamanlar duvar vardı, kesmece Diyarbakır karpuzu gibi ortadan ikiye bölünmüştü Berlin’i”. (s 15) O sıralarda Nâzım Hikmet “Marx ve Engel’in kitaplarını hatmeklekle meşguldü ‘Hafız-ı Kapital’ olabilmek için.” (s 21) Şair’in partiye katılmasıysa yazara göre bir ülküye sahip olduğundan değil – belki kendisi ve muhbir gibi- yalnızlıktan kurtulmak içindi. Yazarın bunu ifade ederken kullandığı bir kelime gerçekten bomba etkisinde: “Annesi de, o devrin kadınlarında pek alışık olmadığımız bir davranışla pek ilgilenmemişti oğluyla. Bahriye Mektebi’ne verildiğinde yalnız ve küskündü. Birkaç yıl sonra Moskova’da Ekim Devrimi’yle tanışınca ailesi bilmişti komünistleri. Bir daha da ömür boyu kopamamıştı onlardan. Çocukluğunda yaşadığı kopuşlar canına yetmiş, iki çocuklu, dul bir kadın olan büyük aşkı Piraye’ye sığınmadan önce Lenin’in manevi eniklerinden oluşan başka bir aileye sığınmıştı.” (s 48) Ali Albayrak da benzer bir üslup sorunu yaşamakta. Öyle ki, ihbar ettiği ve kendi elleriyle felaketine neden olduğu, işkencede ölen yeğeni Çelik’ten söz ederken “ve Çelik’e su verildi” göndermesini yapmaktan geri durmuyor.

Aslı Bomba Romana Düşünce
Epey bölüp parçaladık romanı. Bu kez uzaklaşıp geneline bakalım. “Melek Şeytan ve Komünist”, aktardığım fikirleri dillendirirken, öyle zaaflara düşüyor ki, Nedim Gürsel’den bu kadarını beklemiyorsunuz. Romanda sık sık, kahramanının yalnızca bir biyografi yazarı olduğunu vurgulaması, “romancı, büyük bir üslup ustası değilim, sıradan bir biyografi yazarıyım bu da sıradan bir komünist olmaktan pek farklı sayılmaz” (s 93) diyerek kendini temize çıkarma çabası da onu kurtaramıyor. İlk bölüm, bir finale bile gerek duyulmadan, “Peki ya sonra? Sonrasını biliyorsunuz zaten, İpek’le hikâyemi de, Berlin hikâyesiyle birlikte anlattım dilim döndüğünce. Şimdilik benden bu kadar” (s 117) cümlesiyle bitiveriyor. Bitiyor ama sonrasındaki bölümlerde de yeni bir ses yaratma zahmetine girişmiyor Gürsel. Yazar ile Ali Albayrak’ın aynı üslupla konuştuklarının örneğini vermiştim. Yazarın İpek’le yaşadıklarını hatırlarken ikide bir “dolgun, bembeyaz ikizlerini nasıl ağzına verdiğini” söylemesinin neye hizmet ettiğini anlamak mümkün değilken, Gürsel’in, İpek’le Albayrak’ı Berlin gibi büyük bir şehirde, tesadüf eseri karşılaştırması da hayli zorlama görünüyor.  

Yazarın Sorumluluğu
Nedim Gürsel, “romancının sorumluluğu önce kendisine, sonra okurlarına karşıdır”6 diyor bir söyleşisinde. Yine aynı söyleşide, “romandaki yazar Nedim Gürsel midir?” sorusuna şöyle yanıtı veriyor: “Romandaki o karakter, bazı yönleriyle bana benziyor, bunu yadsıyamam. Zaten benzetenler de çok oldu. Ama o, biyografi yazarı sıfatıyla ‘Şeytan, Melek ve Komünist’in, yani bir romanın kahramanı, bense yazarıyım.” Bu cümlelerden cesaret alıp, biyografi yazarın kitaptaki şu sözlerini, Gürsel’in ağzından yineleyelim: “Ey okur, ben burada Berlin’de7, sana hizmet için yine yollardayım, ya sen neredesin? Cinsi tükenen komünistler gibi sen de silinip gittin mi yeryüzünden, yoksa bir yerlerde gizlenmekte misin?” (s 95) “Komünistlerin cinsi” yeryüzünden silinip gitmemiştir. Ancak, kendisine karşı sorumluluğunu yerine getirmeyen bir yazarı, okurlar, mutlaka ardında bırakıp gideceklerdir.

Dipnotlar:

1- 3 -5: Banu Duran’ın Nedim Gürsel ile söyleşisi, Vatan Kitap, http://pazarvatan.gazetevatan.com/haberdetay.asp?hkat=1&hid=16688&yaz=G%FCncel
2- 6: Roman Kahramanları dergisi, Nisan sayısı, Nedim Gürsel ile söyleşi
4: Bülent Günal’ın Nedim Gürsel ile söyleşisi, Habertürk, http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/606643-romanima-muhafazakar-solcular-tepki-gosterebilir
7: Nedim Gürsel “Melek Şeytan ve Komünist’i Berlin, Paris, İstanbul üçgeninde yazmış. Bu cümleleri de pekala Berlin’de kurmuş olabilir.

10 Mart 2015 Salı

Sanat tarihçisi Ali Artun anlattı: MUHAFAZAKÂR ÇAĞDAŞ SANAT

"Eğer bugün, Dubai ve Abu Dhabi dünyanın önde gelen birer finans merkezi ve lüks tüketim odağı haline geldilerse, bunda şeriatçı İslam monarşilerinin çağdaş sanatla kurduğu ittifakın etkisi büyüktür."


Günümüzün en zengin çağdaş sanat koleksiyonları Katar Emiri’ne ait. En görkemli çağdaş müzeler ise Abu Dhabi’de. Yani şeriatla yönetilen Arap Emirlikleri, çağdaş sanat zengini.
Türkiye’ye baktığımızda, “muhafazakâr sanat” söylemi, çeşitli yollarla, sanatın her alanında hâkim kılınmaya çalışılıyor.  Çağdaş sanat ise, fuarlar, bienal, müze ve müzayedelerde Türkiye’de altın çağını yaşıyor. Bu gelişmelere, Dolmabahçe Sarayı’ndan sürülerek geçmişle bağı koparılan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin adının “çağdaş sanat müzesi” olarak değiştirilme çabasını da ekleyelim.
Manzaraya bakınca, haliyle insan düşünmeden edemiyor: Nasıl oluyor da birbirine zıt görünen “muhafazakârlık” ve “çağdaşlık” kavramları yan yana gelebiliyor? Hatta birlikte gelişiyor ve birbirini olumluyor? Bu soruları, sanat tarihçisi Ali Artun’a yönettim. “Bugünkü muhafazakâr rejimlerin sanatı ‘geleneksel sanatlar’ değil, daha ziyade çağdaş sanattır” diyen Artun’un anlattıklarını, hiç araya girmeden aktarıyorum.

Modernliğe karşı
Muhafazakârlık ile çağdaş sanat arasındaki ortaklık, en başta, ikisinin de modernliğe karşı olmasından kaynaklanıyor. Küreselleşme bir anlamda modernliğin tasfiyesidir. Ulusallığın, bireyselliğin, evrenselliğin, sekülerizmin, kamusallığın, rasyonalitenin... Modernliğe ait normların parçalanmasında çağdaş sanat önemli bir rol oynuyor. Normlar parçalandığında da ne oluyor? Bir kültürel rölativizm geliyor. Dünyanın toplumsal farklılık yerine kültürel farklılık üzerine örgütlenmesinde çağdaş sanat çok kullanıldı. Doğu Avrupa’daki tarihçiler bu hadiseye “sanatın Balkanlaştırılması” diyor.

Tarihin silinmesi
Çağdaşlık tarihi siliyor; “şimdi”ye indirgiyor. Borges “şimdinin sonsuzluğu”ndan bahsediyor. Estetik normlarından ve tarihinden kurtulan sanat, sürekli yeniden anlamlandırılıyor, sürekli güncelleniyor. Sonunda sanat eleştiriden yalıtılıyor. Çünkü eleştirinin referansları yok oluyor. Böylece çağdaş sanat, muhafazakâr kültür politikalarıyla kaynaşabiliyor. 
Bu demek değildir ki, sanatçılar topyekûn muhafazakârlaşıyor. Çünkü bu kaynaşma, sanatçıların iradelerinin ve sanatlarının ötesinde bir durum. Benim değindiğim, çağdaş sanatı kendilerine mal eden güçlerin, onu nasıl kullandıkları ve anlamlandırdıkları. Yani, çağdaş sanata ilişkin egemen ideoloji ve teknolojiler. Bunları da alt edecek olan en başta gene sanat. Dolayısıyla zamanımızda da siyaset, muhalefet, itiraz, vb sanatın bağrında duruyor. Nihayetinde Gezi de, en azından situasyonist anlamıyla, bir sanat olayı değil miydi? Ama işte, bu başkaldırılar, çağdaş iletişim teknolojilerince ele geçiriliyor ve yeniden anlamlandırılıyor. 

Sanat, iletişim aracı
Sonuçta, tarihinden, felsefesinden (estetikten), eleştiriden yalıtılmış olan sanat özerkliğini kaybediyor ve kolayca bir iletişim dili olarak işlevselleştirebiliyor. Küreselleşmenin bir adı da iletişimsel kapitalizm. Guattari semantik bir savaştan bahsediyor. İşte bu ortamda, Arap Emirlikleri kendini çağdaş sanatla markalandırabiliyor, pazarlıyabiliyor. Floransa, Paris ve New York’un ardından, zamanımızda dünyanın sanat merkezinin Doha olduğu konuşuluyor. 

Metropolleri satmak
Küreselleşme uluslararası değil de metropoller arası rekabete dayanıyor. 
Şirketlerin, bienallere, fuarlara, müzayedelere, sanat bankacılığına bu kadar yatırım yapması nereden kaynaklanıyor? Çünkü çağdaş sanat , zamanımızda metropoller arası rekabetin örgütlenmesinde son derecede etkili bir mecra. Piyasayı olumluyor, estetikleştiriyor. Eğer bugün, Dubai ve Abu Dabi dünyanın önde gelen birer finans merkezi ve lüks tüketim odağı haline geldilerse, bunda şeriatçı İslam monarşilerinin çağdaş sanatla kurduğu ittifakın etkisi büyüktür. 

Gösterileşen müzeler
Çağdaş sanatın muhafazakârlıkla bağdaşmasının diğer bir yolu da, müzenin giderek bir gösteriye, medyaya dönüşmesidir. Bu mimarlıkla başarılır. Bilbao Guggenheim Müzesi’nde olduğu gibi, artık müze gezmek öncelikle mimari bir deneyim haline gelmektedir. Bugün özellikle Abu Dabi ve çevre kentler birer müze adasına çevrilmiştir. Hepsi de dünyadaki bir avuç yıldız mimar tarafından tasarlanan ve müzelerin başı çektiği dev yapılar, Emirliklerin, çağdaş mimarlık rönesansının merkezi olduğu efsanesini beslemektedir. Guggenheim’dan sonra Louvre da Abu Dabi’ye taşınmaktadır. Bu çok semboliktir. Çünkü bir anlamda Fransa’yı, hatta modernliği kurduğuna inanılan, Fransız Devrimi’nin simgesi Louvre, şimdi modernliğe son veren bir monarşi tarafından satın alınmıştır. 

* Bu konuda daha ayrıntılı bilgiye ulaşmak isteyenler, Ali Artun’un editörlüğünü yaptığı, İletişim Yayınları’nda SanatHayat dizisinden çıkan “Çağdaş Sanat ve Kültüralizm” kitabını okuyabilirler. 

25 Ocak 2015 Pazar

Son Ermeni halı ustası

Halı dokumacılığı, Anadolu’da Ermeni ustalardan öğrenilen bir zanaat. Avak Şirinoğlu da yaşayan son temsilci...

Arkas Sanat Merkezi’ndeki “Osmanlı Halı Sanatı” sergisinde, Anadolu’nun kadim zanaatı halı dokumacılığının geçmişi, 1800’lerden bugüne, Feshane, Kumkapı ve Hereke gibi başlıca üretim merkezlerinden kıymetli örneklerle sunuluyor. Arkas Holding’in sahibi Lucien Arkas’ın 300 eserlik koleksiyonundan sunulan seçki, dokumacılıkta Ermeni ustalarının emeğini de gözler önüne seriyor.

Agop Kapucuyan, Zareh Penyamin, Garabet Apelyan, Tosunyan, sanat merkezinde üretimleri görülebilecek ustalar. Zerah Penyamin, aralarında en önemli olanı. Mesleğe Hereke’de başlamış, sonrasında II. Abdülhamit’in davetiyle saray atölyesinin başına getirilmiş ve 1922’ye kadar burada, Cumhuriyet’in ilanından sonra da Kumkapı’daki atölyesinde çalışmış. Altın ve gümüş iplikler kullanarak yaptığı halılardaki “sultan başı” tasarımıyla ünlenmiş, diğer ustalara ilham vermiş.

Halı dokumacılığı Anadolu’da, çoklukla Ermeni ustalardan öğrenilen bir zanaat. Sergideki eserlere bakarken akla 1915’in simgesi “Gazir Halısı” geliyor. Yetim Ermenilerin Lübnan’da dokuduğu bu halı, geçenlerde Beyaz Saray’da sergilenmişti.

78 yaşındaki Avak Şirinoğlu, Penyamin’in “el verdiği”, Türkiye'de yaşayan son Ermeni usta. Kayseri Bünyan’da öğrendiği mesleğini, bugün Yalova’daki atölyesinde sürdürüyor. Santimetresine 400 ilmek atılan, 3 yılda tamamlanan, dünyadaki birçok koleksiyonerin peşinde olduğu, Bursa ipeğinden halılar üretiyor.

1955’te Kayseri’deki Ermeni nüfusu 350 haneyken, 60’larda 15 haneye düşünce, üç kardeş İstanbul’a göç edip, halıcılığın o dönemki merkezi Hereke’de atölye kurmuşlar. Şirinoğlu, 1960’larda ipek halıların çok revaçta olduğunu söylüyor. Onlar da Sümerbank’ın buradaki halı fabrikasının kapanmasının da yarattığı boşlukla, ipek halılar dokumuşlar. Zerah Penyamin’in yarım bıraktığı iki halıyı ve malzemelerini alıp, onun stiline kendi yorumlarını katarak üretim yapmışlar. Sergide, Penyamin başladığı, yıllar sonra Şirinoğlu’nun tamamladığı bir halı görülebiliyor.

Avak Şirinoğlu, 1990’lara kadar halıcılığın çok iyi durumda olduğunu, 1996’da Gümrük Birliği’ne girilmesinin zanaatı yok ettiğini anlatıyor: “Çinliler bizim halılarımızın taklidini yaptı. Hatta bir dönem üzerine Hereke yazısını bile koydular. Ucuz ithal halılar artınca, yerli mallar pahalı gelmeye başladı. Dokuyan ve dokutan için cazip olmaktan çıktı. O zaman 200 tezgâhım vardı, şimdi 30-40’a düştü.”

Öncesinde halı dokumacılığı, köylerde, kasabalarda, özellikle kadınlar için temel geçim kaynağı. Anadolu’nun pek çok bölgesinde halı dokunuyor. Şirinoğlu, o dönemki çeşitliliği “Kayseri’de Manchester, Konya’da Ladik halısı, Konya Yörüğü halıları, Yahyalı halıları, Körfez’de Hereke halısı, Kırşehir’de oraya özgü halılar” diye sıralıyor. Artık bu çeşitlilikten eser yok.


Halının o dönem için bir yatırım aracı olduğunu da belirtiyor: “Halı ve altın, fakir ailelerin yatırım matahıydı. Anadolu halkı, kara gün için halı ve altın alır, mecbur kaldığında satardı. Ya da halılar, bu sergide görülebilecek eserler gibi, kuşaktan kuşağa geçerdi, mirastı. Şimdi devir değişti, günlük yaşıyoruz, eski halılar yok, yenileri 3-5 yıl sonra çöpe atılıyor.”

24 Ocak 2015 Cumartesi

Türkiye'de kişi başına 4 kitap düşüyor

Türkiye Yayıncılar Birliği’nin açıkladığı veriye göre, 2014 yılında kişi başına düşen kitap sayısı 7.3. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı’nın öğrencilere ücretsiz dağıttığı ders kitapları çıkarıldığında, bu rakam yaklaşık 4’e iniyor.

2014 yılında toplam 561 milyon 103 bin 770 kitap üretildi. Milli Eğitim Bakanlığı, ilk ve orta öğretim öğrencilerine 216 milyon 698 bin 371 adet ücretsiz ders kitabı dağıttı. Diğer yayıncılar 344 milyon 405 bin 399 adet kitap yayımladı.

Kişi başına düşen kitap sayısı, toplam yayının nüfusa oranıyla hesaplanıyor. Son verilerine göre nüfus 76 milyon 667 bin 864 kişi.
Bu rakamlardan yola çıkarak yapılan basit bir hesapla, 7 kitaptan 3’ünü, bakanlığın ücretsiz dağıttığı ders kitapları oluşturuyor.  
Demek ki geçen yıl bir kişi, ilgisine, zevkine, ihtiyaçlarına yönelik, yılda ortalama 4 kitap satın aldı. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2013 yılı verilerine göre de bir aile, bütçesinin ancak yüzde 3’ünü eğlence ve kültür harcamalarına ayırabiliyor.

Ders kitapları dışındaki üretime baktığımızda, eğitim yayınları yüzde 32, yetişkinler için kurmaca dışı kitaplar yüzde 11, inanç yayınları yüzde 9, çocuk-ilk gençlik eserleri yüzde 5, yetişkinler için kurmaca kitaplar yüzde 3, akademik yayınlar da yüzde 1’lik paya sahip.

Nüfusun yaklaşık 45 milyonu yetişkin. Geçen yıl yetişkinler için üretilen edebiyat eserlerinin toplamı 17.4 milyon adet. Bu da gösteriyor ki 2014’te Türkiye genelinde yetişkinler, yılda bir tane bile edebiyat eseri okumadı.


Dikkat çeken diğer veri dini yayınlarla ilgili. Geçen yıl 50 milyondan fazla dini kitap basılırken, akademik yayınların sayısı 5 milyondan az.

18 Ocak 2015 Pazar

'113. doğum yıldönümünde BİLMEDİĞİMİZ NÂZIM' yazı dizisinin tamamı

(15 Ocak'ta yayımlanan ilk bölüm)

Başlarken...
Nâzım Hikmet, Türkiye’de hakkında en fazla yazılan şairlerden. Bugüne dek onunla ilgili yüzlerce kitap basıldı, bini aşkın makale kaleme alındı. Ne var ki Rusya’daki yıllarına ilişkin yayınlar azınlıktadır. Yaşamıyla birlikte, orada ürettiği eserler de adeta sis perdesinin ardında kaldı.
Bu dizi, onun Rusya’daki yaşamının bilinmeyenlerine, o dönemde yazdığı, henüz Türkçeye çevrilmeyen yapıtlarına odaklanıyor ve araştırmacı, mimar M. Melih Güneş’in, cömertlikle paylaştığı belgelere dayanıyor.
Güneş’in, Nâzım Hikmet’in eşi Vera Tulyakova ve Vera’nın kızı Anna Stepanova’yla dostluğu, Rusya Devlet Edebiyat ve Sanat Arşivi’ndeki araştırmaları, yıllardır yürüttüğü çalışmalarla ulaştığı belgeler önemli bir noktaya dikkat çekiyor:
Sanılanın aksine, büyük şairin bize söyleyecekleri henüz bitmedi. Ondan geriye kalanlar, Rusya’da, Azerbaycan’da, Fransa’da, Türkiye’de, hâlâ araştırmacıların, yayıncıların ve kuruluşların ilgisini bekliyor.
Ancak onlara ulaştığımızda “Nâzım’ı bildiğimizi” düşünebilir, gönül rahatlığıyla “Nice yaşlara Nâzım!” diyebiliriz.
M. Melih Güneş’e paylaştığı her bilgi ve belge; Rusça metinleri Türkçeye çeviren Mustafa Yılmaz ile Nergiz Hüseyin’e desteklerini esirgemedikleri için teşekkür ederim. Dilerim, olası bilgi eksiklikleri de Nâzım Hikmet hakkında başlayacak verimli bir tartışmaya aracı olur.

***
Nâzım Hikmet’in eserleri arasında saydığı “İki İnatçı” ve “Prag Saatleri” adlı oyunlarını Türkiye’de ilk kez yayımlıyoruz

‘ÖLÜM, SENDEN AYRILMAK DEMEK’

Nâzım, ilk tiyatro eserini 1920’de yazmış, 30’larda oyun yazarı olarak da anılmaya başlamıştı. Rusya’da bu uğraşı sürdürdü. 1962 tarihli “Oyunlarım Üzerine” metninde, o dönemin eserlerini şöyle sıralıyordu:
“Türkiye’de”, “‘Enayi’nin ikinci varyantı”, “İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?”, “İnek”, “İki İnatçı”, “Tartüf-59”, “Her Şeye Rağmen”, “Prag Saatleri” ve “Demokles’in Kılıcı.”
“İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?” yazıldığı yıl pek çok ülkede sahnelendi, “İnek” Türkiye’de sıkça sahnelenen oyunlarından oldu.
Ama listedeki yapıtlardan ikisi Türkiye’de hiçbir zaman sahnelenmedi. Çünkü bu metinler, yazılışlarının üzerinden 50 yıldan fazla zaman geçmesine karşın Türkçeye çevrilmedi, yayımlanan kitaplarına girmedi.

Krallardan kurtuluş yok mu?

Nâzım Hikmet, Rusya’ya gittiğinde hastalandı. Enfarktüs bir türlü yakasını bırakmayınca Moskova yakınlarındaki Barviha Sanatoryumu’na kaldırıldı. Galina Gregoryevna Kolesnikova’yla burada tanıştı. Sonrası malum: Birlikte yaşamaya başladılar ve 7 yıl boyunca Galina, onun hem doktoru hem de sevgilisi oldu.
Galina’yla birlikte seyahatlere çıktılar. Almanya’ya, Bulgaristan’a, Azerbaycan’a gittiler. Nâzım gittiği her yerde sevgiyle karşılanıyor, etrafını sanatçılar sarıyordu.
1956 yılında Prag seyahatlerinde Noyman Tiyatrosu’nda oyuncu Sonya Danielova ile karşılaştılar ve bu buluşmadan, Nâzım’ın “Prag Saatleri” adlı oyunu doğdu.
Hikâyeyi Galina’dan dinleyelim:
“Nâzım, Prag hakkında bir şey yazmak istiyordu. Bu kenti çok severdi. Sonya’dan Prag’la ilgili bir şeyler anlatmasını rica etti. Prag saatlerini yapan Yanuş Usta’yla ilgili efsane Nâzım’ın çok hoşuna gitti ve bunu yazmak istedi. ... Nâzım ‘Bu oyun benim tiyatro yazarlığımda bir dönüm noktası olacak’ diyordu.”
Oyun, Galina’nın anlattığına göre 1957 yılında bitti:
“Nâzım oyunu Rusça olarak dikte ediyor, Sonya anında Çekçe olarak yazıyordu.”
Buraya bir parantez açıyor Melih Güneş: “Oyunun adı hiçbir zaman ‘Prag Saatleri’ olmadı, doğrusu ‘Prag Saat Kulesi’dir, bu adlandırma tamamen çeviri hatasından kaynaklanıyor” diyor.
Ayrıca oyunu Nâzım’ın başından beri Türkçe yazdığını, 1958 yılında tamamladığını, daha sonra Rusçaya çevrildiğini aktarıyor.
Nâzım’ın Moskova’da her zaman yanında olan, edebi asistanı Antonina Karlovna Sverçevskaya’nın anlatımından oyunun içeriği:
“Piyeste Nâzım’ın başkişilerinden bir tanesi güzeller güzeli, sağır ve dilsiz Çingene kızı İboyka’dır. Olaylar, usta Ganuş’un İboyka’ya olan aşkı etrafında döner. Finalde âşıklar mutlu bir şekilde birleşir.” 
Nâzım’ın, İboyka rolünü Sonya için yazdığı oyunda âşıklar kavuştu ama Sonya, oyunun yazımından sonra kansere yakalandı ve öldü. Ardından Nâzım, 1959 tarihli “Üç Leylek Lokantası” şiirinde Sonya’ya “Pırağ’da Üç Leylek Lokantası’nda buluşurduk/ Ah bacım, vah Sonya Danyolova/ hiçbir şey unutulmuyor ölüler kadar çabuk” diye seslenecekti.

Melih Güneş, Nâzım Hikmet’in Türkçe el yazısından bölümlere, Rusya Devlet Edebiyat ve Sanat Arşivi’nde ulaştı:
HANOŞ: (Kuba’ya) Ne yapıyorsun? Başkasının evini gözetlemek olur mu? İnsanın ruhunu gizliden gözetlemek nasıl ayıpsa evinin içini gözetlemek de öyle ayıptır.
KUBA: İhtiyar Çingene ölmeğe hazırlanıyor. Bak sen de. Ölümü hiç kimse onlar gibi güler yüzle karşılamasını bilmez...
İHTİYAR ÇİNGENE: (Çalgıcı başıya) Öteki dünyada köpek yahut inek olacağımı sanmıyorum. Bu dünyada kimseye kötülük etmedim, kimse bana “öte dünyada köpek yahut inek ol” diye lanet etmedi.
....
(Bu sırada çalgıcılar başlamışlardır oyun havasına... Kızlar da teker teker oyuna kalkar ve çok geçmeden cümbüş tam kıvamını bulur)
HANOŞ: (Kuba’ya) Ölüme böyle cümbüşle gidilmesi güzel şey.
KUBA: Öte dünyada kız olmak istemezdim doğrusu...
HANOŞ: Biz Katolikler de öte dünyada kalıp değiştirseydik sen oğlan, kız filan değil, köpek inek filan da değil, şey olurdun...
KUBA: Şarap tası olmak isterdim... Şöyle altın bir tas...
HANOŞ: Krallar, kardinaller içsin diye mi senden?
KUBA: Öte dünyada da kral kardinal filan varsa yandık! Heriflerden bu dünyada çektiğimiz yeter...

Prag Saatleri oyununa konu olan Hanuş Usta için Nâzım 1956 yılında bir de şiir yazmıştı:

Hanuş Ustanın Saati
Kar, önce tepede dindi,
Pırağ Şatosu’nun orda.
Sonra, birdenbire, berrak,
nazlı, serin bir mavilik
kestaneliklere indi.
Yumuşacık parlıyor da.
Şair, memleketten uzak,
hasretlerle delik deşik,
Eski Kent’te duruyordu,
meydanlıkta, yapayalnız.
Gotik bir duvar üstünde
Hanuş Ustanın saati
on ikiyi vuruyordu.
Harmanilerde yaldız
ve en aziz Piyer önde.
Saatin içinden çıktı
yorgun on iki havari
ve kesesiyle de Yahuda
ve inanç ve şer ve zulüm.
“Ve geldik ve gidiyoruz.”
Ve taştan bir yeniçeri
melûl mahzun aşağıda.
Ve çanları çalan ölüm,
ve yukarda öttü horoz.
Şair, memleketten uzak,
hasretlerle delik deşik,
etrafına dalgın baktı.
Geldi indi salınarak
nazlı serin bir mavilik
meydanlığa öğle vakti.

Yesenik, 29 Aralık 1956

‘Seni sevdiğimden beri ölümden korkar oldum’

1955 yılında Nâzım, sonrasında evleneceği Vera Tulyakova ile tanıştı. Birlikte “Sevdalı Bulut” üzerinde çalışmaya başladılar. Nâzım, kendisinden 30 yaş küçük bu sarışın kadına o günlerde âşık oldu. Ne ki, ancak 1960 yılında evlenebileceklerdi. Nâzım, Galina ile yaşadığı evden “üzerinde pijamaları, ayağında terlikleriyle” kaçarken Vera da ardında ilk eşini bırakacaktı.
Bu büyük aşk, birbirinden güzel şiirlerle birlikte, “İki İnatçı” adlı tiyatro eserini yarattı.
Oyunun, Antonina Sverçevskaya’nın aktardığı doğuş ânı:
“‘İki İnatçı’ piyesinin yazımının, Nâzım’ın anlattığı küçük bir hikâyesi vardır. Dünya Barış Örgütü üyesi olarak Nâzım’ı zaman zaman radyoda konuşmaya davet ediyorlardı. Bir keresinde, kayıttan eve dönerken yolda kendisini kötü hisseden Nâzım, konuşması yayımlanacağı zaman belki de kendisinin artık yeryüzünde olmayacağını düşünür. Ve o zaman, başına bir şey gelmezse, mutlaka piyesi yazacağına karar verir. Böylelikle Vera ile beraber biraz kendilerini anlattıkları piyesi kaleme alırlar.”
Oyunda kalbinden oldukça hasta, yaşlı bilim insanı Aleksey Petroviç’in, genç Daşa’ya aşkı anlatılır.
Doktorlar Nâzım’a da “Bu kalple âşık olursan ancak 3 yıl  yaşarsın” derler. Söyledikleri çıkar: Nâzım aşkı seçer ve Vera’yla birlikte olduktan 3 yıl 4 ay sonra yaşamı sona erer.
Melih Güneş, “İki İnatçı”yı, Nâzım Hikmet’in oyunlarının yer aldığı 1962 yılında yayımlanmış Rusça bir kitapta buldu. Oyundan bir bölümü Mustafa Yılmaz’ın Türkçesiyle aktarıyoruz:
(Akşam. Tek yataklı bir hastane odası. Aleksey Petroviç gözleri kapalı sırt üstü yatmaktadır. Saatin yüksek sesli tiktakları duyulur.)
ALEKSEY (düşünmektedir): Özgür insan için ölüm diye bir sorun olamaz. Özgür insan ölümü düşünmez, o kadar. Yaşar, düşünür, sever, çalışır... Kimin bu sözler? Ve kim bu özgür insan? Kendi bireyselliğinin meselelerine göre yaşayan kişi. Ben özgürüm. Belli ki, tümüyle değil. [Çünkü] ölümü düşünüyorum. Özgürlük zorunluluğun farkına varmaktır. Belki de ölüm çok yakın olduğu için kendimi bu kadar özgür hissediyorum, yaşamı ve insanları daha kuvvetli seviyorum... Yarım saniye sonra yokum belki... İşte tam şu an, ölümün eşiğindeyken, hayatım boyunca inandığım şeylere yine de inanıyorum diyebilir miyim? İnanıyorum. Ancak “oyun” pek kesin bir kavram değil. Bilinci, inanmışlığı tercih ediyorum. Mutluyum. Kapı açıldı... Kim var orada?
Ayaklarının ucuna basarak Daşa girer, elinde bir kitap vardır.
***
DAŞA: Altı gün sonra çok uzaklarda olacaksınız... Binlerce kilometre ötede... Gözlerimi kapatacak ve sesinizi işiteceğim. İşte burada “koltukta” oturmuş, kulağıma usulca bir şeyler söylüyormuşsunuz gibi gelecek bana.
ALEKSEY: Daşa, bir kere daha rica ediyorum senden, yarın beni uğurlamaya gelme.
DAŞA: Herkesin içinde vedalaşmak rahatsız mı eder sizi?
ALEKSEY: Kinci olmak iyi değil. Garda seni işte böyle (Daşa'yı kucaklar) kucaklayabileceğimi ve seni ne kadar sevdiğimi herkese haykırabileceğimi sen de biliyorsun!
DAŞA: Biliyorum.
ALEKSEY: Tren uzaklaşırken gitgide küçülüp en nihayetinde kaybolman bana ağır gelecek ve çok acı verecek, hepsi bu... (Sessizlik) Daşa...
DAŞA: Ne?
ALEKSEY: Seni sevdiğimden beri ölümden korkar oldum. Ölüm senden ayrılmak demek.

(16 Ocak'ta yayımlanan ikinci bölüm)

Nâzım, Rusya’ya kaçtığında, Türkiye’de bıraktığı eşi Münevver Hanım ona bine yakın mektup yazdı. Münevver Hanım’ın mektupları da Nâzım’a şiirler yazdırdı.

NÂZIM’IN KISKANDIĞI TEK İNSAN....

Nâzım Hikmet, 17 Haziran 1951’de, öldürüleceğinden şüphelendiği için Rusya’ya kaçtığında, geride 3 yıllık eşi Münevver (Andaç) ile 2.5 aylık oğlu Mehmet Hikmet’i bıraktı. Bir ay sonra, 25 Temmuz 1951’de Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye vatandaşlığından çıkarıldığında da ülkeye dönmesi hayal oldu.
Münevver Hanım gidişinin ardından ona bine yakın mektup yazdı. Mektuplarında Türkiye’de olup bitenleri Nâzım’a anlatıyor, aynı zamanda yaşadığı zorlukları aktarıyordu.
Melih Güneş’e kulak verelim:
“Onlarınki sıradan bir karı kocanın yazışması değildi. Münevver Hanım, iletişimin onca az ve çetin olduğu bir dönemde, Nâzım’a Türkiye’de yaşananları haber veriyordu. Belki Nâzım’ın da buna ihtiyacı vardı. 
Mesela ‘Zeki Müren adlı birinin’ ilk kez sahneye çıkışını anlatıyor, beğenmiş mi beğenmemiş mi... Sinemaya gidiyor, Nâzım’la filmi tartışıyor. Ya da Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’ kitabı çıkmış, onun hakkında fikirlerini söylüyor. Sırf bu nedenle son derece kıymetli mektuplar... 
Öte yandan hayat Münevver Hanım için zor geçiyor tabii. Çok entelektüel, bilgili, eğitimli bir kadın. Ama kış gelmiş, sobanın kömürünü, evin akan çatısını, pişecek yemeği de düşünmek zorunda...”
Nâzım, Münevver Hanım’ın tüm mektuplarını sakladı. Ölümünün ardından Vera da aynı titizlikle emanete sahip çıktı ve ölmeden çok kısa bir süre önce, 5 yıl dokunulmaması kaydıyla, Nâzım Hikmet’ten kalan tüm arşivi kızı Anna Stepanova ile Melih Güneş’e teslim etti.

Nâzım’ın emanetinin kıymetli bir sayfasını, vârislerinin izniyle, ilk kez yayımlıyoruz:

[222. Mektup / 6 Mayıs 1957 Pazartesi]
Canım, bu da iki yüz yirmi ikinci mektubumdur. ...
Demin Fransız Radyosu’nda çok enteresan bir şey dinledim. 1939 harbinin nasıl başladığını. Yani o zamanki hariciye vekilinin Chamberlain’la Ciano ile telefon görüşmelerini tele almışlar o zaman, o konuşmaları verdiler. Bu kadar büyük bir felakete birkaç insan nasıl kolaylıkla karar vermiş, bunu dinlemek, bu kadar sene sonra bile, korkunç. İbretle dinledim. 
Canım, geçen gün David Ostrah’ın keman konserine gittim. Ne müthiş konserdi, bayıldım, bittim adamın çalışına. Pek de yakındım sahneye, gözümü ellerinden ayırmadım. Böyle çalış hiç duymamıştım, doğrusu. Daha elli yaşında yokmuş. Çok güzel saatler geçirdim. İnsan haftada bir kere mesela, bu kadar muazzam bir sanat havasına girebilse, bambaşka olur, dünyası değişir. Sana yazdım ya, böyle bir sanatkâr karşısında, insan bir dindarın Allah’tan ne anladığını anlıyor, yani insan bir tuhaf saadete ve dehşete kapılıyor. Nerede ise bir hafta olacak, konsere gideli. Ama hâlâ ve bütün meşguliyetime, yorgunluğuma rağmen, hâlâ o hava içindeyim.  Ve ne tuhaf çok büyük bir sanatkâr dinlemiş olmama rağmen, radyoda ondan sonra dinlediğim çok zayıf, yahut ancak ortayı tutabilen kemancılara, piyanistlere, hasılı müzisyenlere karşı daha büyük bir saygı duyuyorum, aksi olacağına. Yani büyük sanat insanı şımartmıyor, bilakis toleransa sevk ediyor. Toleransa ve saygıya ve sevgiye. 
Dün radyoda dinlediğim bir opera çok hoşuma gitti, genç bir müzisyenimiz, bir kompozitörümüz “Van Gogh” diye bir opera yazmıştı ya gazetelerde havadisini okumuşsundur. İşte İstanbul Radyosu dün o operayı verdi. Ne kadar hoşuma gitti. Hem müzik hoşuma gitti, hem de bir Türk kompozitörün opera, hem de Van Gogh diye bir opera yazmasına bayıldım. Maalesef Van Gogh rolünü oynayan aktörün sesi pek zayıftı. Biraz keyfimi kaçıran o oldu. Yoksa opera güzel. Bir de Türkçeye hiç dikkat etmemişler, yahut becerememişler, yani Türkçe konuşmaları Batı müziğine hiç uyduramamışlar, insanın kulağını rahatsız ediyor. “ediyorum”, “gidiyorum” gibi sonu ağız kapanarak söylenen fiiller hiç uymuyor, tabiî. Bu işi sen güzel yapardın!  
Canım, kocaman bir mektub doldu yine. Sıhhatını hiç sormadım. Nasılsın canım? Kendini yorma ne olur! Bana yaz. Mektublarını almadığıma çok üzülüyorum, yakında gelir inşallah. Beni unutma, canım. Kendine iyi bak. Bana çabuk yaz. Gözlerinden hasretle öperim, bir tanem. Hasretle.
Münevver

Nâzım Hikmet de geride bıraktığı eşine ve oğlu Mehmet Hikmet’e yürekten bağlıydı. Mektuplarını tekrar tekrar okuyor, oğlunun fotoğrafları, evinin duvarlarını süslüyordu. Münevver Hanım’ın yazdığı mektuplar, kimi kez de şiirlere dönüşüyordu. “David Oystrah’a Mektubumdur” şiiri, Münevver Hanım’ın bu mektubundan sonra yazıldı.

David Oystrah’a Mektubumdur

İstanbul’a gitmişiniz.
Konserinizdeymiş.
Çok bahtsız bir kadını bahtiyar etmişiniz.
Yağmura uzanan iki yeşil yaprak gibi gözleri
bakmış parmaklarınıza.
Mektubunda: “Unuttum her şeyi,” diyor.
Kahırlarından başka unutacak şeyi yok.
“Ağladım,” diyor, “ferahladım.”
“Dünya,” diyor, “güzel, içim rahat.”
Siz kıskandığım biricik insansınız, üstat.

1 Temmuz [1957], Balçik


Nâzım Hikmet yalnız edebiyatla değil, mimariyle de yakından ilgiliydi

‘MİMARİ SEVİNÇ VERMELİ’

Nâzım Hikmet sadece edebiyatla, tiyatroyla değil, mimariyle de yakından ilgiliydi. Melih Güneş’in Rusya’da yayımlanmış, Arhitektura SSSR dergisinde bulduğu, Nâzım’ın “Hayal Ediyorum” adlı yazısı bunun en güzel kanıtı. Yazı, derginin 11. sayısında, 1960 yılında “Yazarın Mimarlık Üzerine Notları” alt başlığıyla yer aldı.
Kendisi de mimar olan Güneş, Nâzım’ın mimariye bakışını anlatıyor:
“Nâzım bir yerde, Süleymaniye Camisi için ‘Süleyman’ın değil, Mimar Sinan’ın yerinde olmak isterdim’ diyor. Yine, Hikmet Feridun Es’le yaptığı söyleşide, ‘Benim için en iyi şair, mimara en yakın olan şairdir’ diyor. Memet Fuat’a yazdığı bir mektupta ise ‘Şair olmasaydım, mimar olmak isterdim’ cümlesi var. Yani Nâzım mimariyle bu kadar ilgili. Örneğin Kahire’ye gidiyor, ‘Oturduğumuz sıranın topal bacağını onarmamışlar hâlâ’ diye söyleniyordu. 
Prag Saat Kulesi’ oyunundaki şu bölüm de ne kadar güncel değil mi?
‘...ve ben ve biz Pırag çingene çalgıcıları size diyoruz ki; şehirler en iyi, en akıllı evlatlarının gözlerini oymamalı! Şehrin akıllı, iyi yürekli evlatları da kendilerine kötülük edenler oldu diye bütün şehirden öç almaya kalkışmamalı, ona armağan ettiği emeklerinin en güzel verimini yok etmemeli.’”

Nâzım Hikmet’in “Hayal Ediyorum” adlı metninden bir bölümü, Mustafa Yılmaz’ın Türkçesiyle aktarıyoruz.*

İnşa etmekte olduğumuz toplumun temel özelliği bir sevinç şöleni oluşudur. Çünkü sevince giden yoldaki bütün engelleri, insanın insan, sınıfın sınıf, halkın halk ve ırkın ırk üzerindeki egemenliğini ortadan kaldırıyoruz. Bu egemenlik biçimlerini üretimde, bilimde ve sanatta ortadan kaldırıyoruz, bu nedenle mimarlarımızın  projelerinde insanın insan, sınıfın sınıf, halkın halk ve ırkın ırk üzerindeki boyunduruğunu temsil eden yapılar yer almamalıdır. Sınıfsız toplumumuzda hiçbir yapı bana kendimi küçük hissettirmemelidir. Hatta büyük liderlerimizin müzeleri karşısında bile korku ve tapınma değil, gurur, sevgi ve saygı gibi duyguları yaşamalıyım. Uzun lafın kısası, sosyalist mimari her şeyden önce insanın içinde bir sevinç duygusu uyandırmalıdır demek istiyorum. 
Benim görüşüme göre asrımızın mimarisinin temel özelliği şudur ki, çağdaş yapılar farklı görünümlerdeki bir kutu ya da pasta değildir. 
Hayal ediyorum. Ama insanın hayalleri biraz kaotik oluyor. Sosyalist şehirlerin kuruluşuna gerçekten katılan heykeltıraşlar ve ressamlar görüyorum. Sadece parklarda değil,  hatta sokaklarda bile büyük freskler görüyorum; ve heykeller, yalnızca yüksek yapıların çatılarında, ancak dürbünle bakıldığında görülebilen heykeller değil, bunlar yapıların ve insanların arasındalar da. Sadece anıtları, büstleri kastetmiyorum.

Nâzım Hikmet’in küçük yeğeni, mimar, sanatçı Murat Germen’den ‘Hayal Ediyorum’ yazısı üzerine...

‘Nâzım bugün yaşananlara cevap vermiş’

Nâzım’ın Arhitektura SSSR dergisinde mimarlık hakkında düşüncelerini paylaşma imkânı bulduğunu heyecanla öğrendim. 
Şair, bir üniversite öğrencisi olarak, Ekim Devrimi’nin ürettiği ve hâlâ emsalsiz gibi duran bir siyaset-kültür-sanat işbirliğine şahit olmuş. Üniversite çağında edindiği bu etkileyici tecrübeden çok sonraları çaresizce Rusya’ya kaçmak zorunda kaldığında, Nâzım’ın, bu dinamizmi tekrar bulacağını umarak gittiği varsayıyorum. Ne yazık ki Stalin’in zemin sağladığı statik ve buyurgan ortamla karşılaşınca hayli büyük hayal kırıklığı yaşıyor.
Nâzım çekirdekte hümanist bir birey, bunu da mimarlık hakkında sarf ettiği şu cümle onaylıyor gibi: “İnsanların güneş ve havaya çok ihtiyacı var. Çağdaş mimaride öncelikle bu ihtiyacın dikkate alınması gerek.” Türkiye’de kentsel dönüşüm diye yutturulan ama içinde yolsuzluk, soysuzlaşma, rant, doğa katliamı, aymazlık, beceriksizlik, işbilmezlik barındıran inşaat eylemine de yıllar önce bilmeden cevap vermiş şair: “Çağdaş mimari hangi doğrultuda gelişecek? Hayal ediyorum. Daha önce de dediğim gibi, yapıların yeşil alanlar içinde kaybolduğu değişik biçimli komplekslerin mimarisi olacak bu...”

* Güneş’in yayına hazırladığı “Nâzım Hikmet - Hayal Ediyorum” adlı kitapta, metnin tamamı, Nâzım Hikmet’in çeşitli kaynaklarda mimarlıkla ilgili görüşleriyle birlikte yer alıyor. Kitap, Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Trakya Büyükkent Bölge Temsilciliği tarafından yayımlandı.


(17 Ocak'ta yayımlanan son bölüm)

Vera’nın kızı Anna Stepanova, Nâzım ile tanışmalarını ve Vera’nın Nâzım’dan sonraki yaşamını anlattı

‘ANNEM HAYATI BOYUNCA NÂZIM’LA YAŞADI’

Anna Stepanova

O zamanlar küçük bir kız çocuğu olmama rağmen Nâzım Hikmet’le karşılaşmalarımız aklımda çok iyi yer etmiştir. Ender görüşürdük, çok hastalanırdım. Podmoskovye’de yaşayan büyükannem, annemle babamın boşanmasından önce beni yanına almıştı. Annem Nâzım Hikmet’i ailesiyle tanıştırmak için, işte ilk kez buraya getirmişti. Büyükannem pasta börek pişirmişti, çok heyecanlıydı. Bana “Evimize büyük bir şair geliyor” demişti. Nâzım Hikmet iyi ve neşeli bir insan olarak görünmüştü gözüme. Rusçayı tatlı bir aksanla konuşuyor, bazen komik biçimde kelimeleri değiştiriyordu. Annem de çok heyecanlıydı. Ama kısa zamanda kaynaştık. Yalnız itiraf etmem gerek, hem o gün, hem de ondan sonraki karşılaşmalarımızda Nâzım Hikmet, XIX. yüzyıl aristokratlarının hayatını anlatan filmlerdeki kavalyeler gibi elimi öptüğünde korkudan ölecek gibi olurdum. İlk tanıştığında istisnasız bütün kadınların elini öperdi. Sonra da beni yanağımdan öperdi. Tütün ve kolonya karışımı hoş kokusunu, fırça bıyıklarından gıdıklandığımı, altın rengi çillerle kaplı ellerinin ve yüzünün incecik derisini hatırlıyorum.
Sonraları annemle Nâzım Hikmet’in Moskova’da birlikte yaşadığı, şimdi benim oturduğum  daireye uğramaya başladım. Akşamları hep bir sürü misafir olur, sohbetler edilir, yenilir içilirdi. Coşkulu ve mutlu bir yaşam kaynardı. Ama gündüz oldu mu, annem, Nâzım Hikmet’in çalıştığı odanın kapalı kapısının önünden ayaklarının ucuna basarak geçerdi, huzurunu gözetirdi. Ona kahve pişirir, telefonda fısıldayarak konuşurdu.
Nâzım Hikmet ve annem birbirlerine ışıkla bakardı. Küçük olmama rağmen, ben bile fark etmiştim. Sürekli bakışları karşılaşır, gülerler, birbirlerine komik sözler söylerlerdi. Büyüyünce anladım ki, birbirlerine olan şefkatlerini başkalarından bu şekilde sakınırlardı. Nâzım Hikmet’le arkadaştık, benimle söyleşir, beni tatlıya, şekerlemeye boğardı, ki kendisi de çok severdi böyle şeyleri. Gezilerden dönüşte bir sürü hediye getirirdi.
Bir keresinde benden kendisine baba dememi istedi ama annem zaten bir babamın olduğunu söyleyerek buna müsaade etmedi. İşte böylece benim için hep Nâzım Amca olarak kaldı. Ona bu şekilde hitap ederdim. Şimdi onu hatırlıyor ve gülümsüyorum. O kadar yakışıklı, zarif, hoş ve iyi biriydi ki. Çocukluğumdan kalma büyülü bir suret adeta.
Nâzım Hikmet öldükten sonra evimizden hiçbir yere kaybolmadı. Evimiz diyorum, çünkü onun ölümünden sonra annem beni yanına aldı. Hayatı boyunca evin içinde Nâzım Hikmet’in ayak seslerini işitti, onunla konuştu, zor durumlarda kendisine yardım ettiğinden ve beladan kurtardığından emindi. Ama bir şeyleri doğru yapmadığında kendine kızdığından da hiç şüphesi yoktu. Nâzım Hikmet annem için dünyadaki en önemli insan olmaya devam etti. Yazdığı her şey de hayatının manası, övünç ve mutluluk kaynağı olmayı sürdürdü.
Ölümünün ilk yılında annemin geceler boyu uyuyamadığı olurdu. İşte hatıralarını bu dönemde yazdı. Ancak gerçek bir aşkın ve Nâzım Hikmet’in Sovyet rejiminden duyduğu hayal kırıklığının sarsıcı hikâyesinin SSCB’de yayımlanmasına izin vermediler, ta ki birlik yıkılana dek. Bu yüzden kitap önce Türkiye’de çıktı, ama o da kolay olmadı.
Annemin kitabının Rusçada yayımlanmasının üzerinden beş yıl geçti. Vera Tulyakova’nın aşkı ve hatırası sayesinde büyük şairi, kutlu Türkiye’sini ve insani bakımdan hayret verici emsalsizliğini bir kere daha keşfeden minnettâr okurlardan hâlâ mektuplar alıyorum.

Nâzım’dan “Anuşka” diye seslendiği Anna Stepanova’ya doğum günü hediyesi... Büyük şairin kitaplarında yer almayan bu şiiri okurlarımıza sunuyoruz. 

Bitirdin dokuzunu Anuşka 
sanırsam oldukça değişecek 
yüzün gözün 
boyun bosun 
aklın fikrin 
doksanını bitirdiğinde 
Bitirdin dokuzunu Anuşka 
Değişmesin yüreğinin içindeki billur çekirdek 
Doksanını bitirdiğinde

12 Kasım [1961], Moskova


Galina, Vera’ya âşık olan Nâzım’a özgürlüğünü verdi:

90 bin ruble karşılığında

Nâzım Hikmet’in Rusya’daki yaşamına odaklanınca, Galina Kolesnikova’dan biraz daha söz etmemiz gerekir. Galina, Nâzım’la geçirdiği 7 yılın ardından, sevdiği erkeğin Vera’ya gitmesiyle ilgili, bir belgeselde şunları söylemişti:
“Şiir yazamaz olmuştu. Oyun yazıyordu, yazı yazıyordu ama benimle beraberken şiiri bırakmıştı. Bülbül şakımıyordu artık... Ama Vera’ya âşık olunca hemen şiir yazmaya başladı. Ben onu çok iyi anlıyordum. Onu çok sevmeme rağmen sevdiği kadınla birlikte olması gerektiğini anlıyordum. Her kadın bunu yapamazdı. Öyle bir aşktı, öyle güzel yazıyordu ki, bir kez bile olsun kıskanmadım onu. Bülbül tekrar ötmeye başlamıştı. Önemli olan da buydu...”
Oysa Nâzım’ın edebi asistanı, Vera’nın nikâh şahitlerinden Antonina Karlovna Sverçevskaya, Galina’nın bu ifadelerinin gerçeği yansıtmadığı kanaatinde. Belgeseli izlerken yazdığı metinde, Galina ve Nâzım arasında yapılan bir sözleşmeden bahsediyor. Buna göre, 7 Ocak 1960 tarihinde “Nâzım Hikmet ve G. Kolesnikova arasında yapılan, Hikmet’e ait mal varlığının G.G. Kolesnikova’ya armağan sözleşmesi”, iki tarafça imzalandı. Nâzım’ın tüm mal varlığının, otomobilden sedire, kitap rafından daktiloya kadar sıralandığı metinde, her maddenin karşısında fiyatları vardı. Liste tamamlandığındaysa ortaya, o dönem için çok büyük bir para çıktı: Tam 89.970 ruble.

Yazısında Antonina Karlovna duruma isyan ediyordu. Nergiz Hüseyin’in Türkçesiyle aktarıyoruz:

Ben Nâzım arşivinden kalmış parçaları düzenlerken elime kahve renginde kalın bir zarf geçti: İçinde “Sözleşme” nüshası vardı, Nâzım’ın Galina Grigoryevna’ya “kişisel mülkiyet hakları kendisine ait olan” malları bağışladığı yazılıydı. Sözleşmeyi gördüğümde hemen aklıma Nâzım’ın Kolesnikova’nın lehine imzaladığı bir bağış evrakı hakkında, bir zaman gezinen söylentiler geldi: İşte bu kâğıttı, 4 sayfadan oluşan anlaşma belgesini ben şu an ellerimde tutuyordum. Onun dikkatle okumak beni şoke etti: Karşımda insan doymazlığına, açgözlülüğe şahitlik eden bir belge duruyordu...
Okurlara tekrar Galina Grigoryevna’nın “güzel şiirler yazması için Nâzım’ı Vera’ya bıraktım” sözlerini hatırlatmak istiyorum. Çünkü bir zaman sonra o, Nâzım ile Vera’ya bedduasını yetiştirdi, onlara lanet etti!
(Nâzım ile Vera) Kislovodsk’dan Moskova’daki evlerine döndüklerinde, evin kapısından içeri girer girmez, gözlerine ilk çarpan Nâzım’ın çalışma odasının duvarında asılı, renkli poster oldu. Bu, II. Dünya Savaşı döneminin ünlü “Anavatan çağırıyor!” posteriydi. Posterin üst kısmında (evin anahtarları onda vardı) Galina Grigoryevna, uzaktan görünecek biçimde, büyük harflerle iki söz yazmıştı: “ALLAH BELANIZI VERSİN!”


Nâzım’ın doğum günü ne zaman?

Nâzım Hikmet’in doğum günüyle ilgili çeşitli kaynaklar farklı tarihler verir: 20 Kasım, 15 Ocak, 17 Ocak.
Memet Fuat, “A’dan Z’ye Nâzım” kitabında, 20 Kasım 1901'de doğduğunu, aile çevresinin 40 gün için bir yaş büyük görünmesin diye bu tarihi 15 Ocak 1902 olarak değiştirdiğini yazar. Bu kaynağa dayanarak Nâzım Hikmet’in doğum günü, geniş kesimlerce 15 Ocak’ta kutlanır.
Ancak Türkiye’de arkeolojinin duayen ismi Halet Çambel’in arşivinde yer alan, (Halet Çambel’in amcası ve Nâzım Hikmet’in halasının eşi)  Memduh Ezine’nin hatıratı, Nâzım Hikmet’in doğum gününün 17 Ocak olduğunu belgeler. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Memduh Ezine - Aile Hatıratı” adlı kitapta, doğum günü hakkında şunlar yazılmıştır:

4 Kânunusani 317
Çok şükür Cenab-ı Hakk’a, aileye bir vücut daha karıştı. Yengen Celile Hanım bugün saat dörtte vaz-ı haml etti. Dayı Beyin Hikmet’in bir oğlu dünyaya geldi. Kendisi “Mehmet Nâzım” diye çağrıldı. Gerek vaz-ı haml esnasında ve gerekse yedi yatağı kalkıncaya kadar bir müddet zarfında orada başlarında bulunmak ve muavenet etmek üzere Hikmet’in evine gitmiştik. Sen sonradan oraya götürülmüş idin ki dayının sokak kapısından içeriye girmekliğini müteakip Nâzım doğuyordu. Bunu senin ayağının uğru saydık ve müteyemmin addettik. Cümle ile beraber Cenab-ı Hak bu Nâzım kulunu da muammer ve hayırlı kılsın.