22 Kasım 2014 Cumartesi

Hasan Ali Toptaş'la söyleşi - 21 Nisan 2013

Hasan Ali Toptaş yeni romanı Heba’yı ve yapıtlarındaki taşra imgesini anlattı

‘Gaddarlık doğamızda var’

Hasan Ali Toptaş yeni romanı Heba’da, okuru iyilik-kötülük ve onlar üzerinden minnet duygusu hakkında düşündürüyor. Romanın sonunda esaslı bir soru kalıyor okura: İyiliğe duyduğunuz minnet nedeniyle canınızdan olursanız, hayatınız heba mı olur?

Bir “şey” metni çağırır ve onu yazdırır, sanırım. Heba nasıl bir kaynaktan doğdu?
Nereden düştüyse aklıma minnet duygusu düşmüştü, Heba’ya öyle başladım. Fakat ana eksen sandığımız şey bazen sadece bizi harekete geçiren yahut cahil cesareti veren bir kuvvet olarak kalıyor tabii. Ya da ana eksen olmaktan çıkıp metnin içinde tali bir şeye dönüşüyor. Heba’da da öyle oldu.

Ölü Zaman Gezginleri kitabınızda “Yabu” öyküsü Suriye sınırında geçer. Heba’nın neredeyse merkezini oluşturan “Sınır” bölümü de Suriye sınırını anlatıyor. Hatta Yabu karakteri de romanda okura kendini hatırlatıyor. 25 yıl sonra, sizi yeniden buraya getiren neydi?
Ceylanpınar’a yabancı değilim, dediğiniz gibi 25 yıl önce Yabu öyküsünü yazdım. Belki bilinçaltım götürdü beni oraya yeniden. Ceylanpınar’a gidince de Yabu’yu görmemek olmazdı tabii, onunla karşılıklı çay ve sigara içmişliğimiz var. Ayrıca, kendi metinlerim arasında bir gezinti bu. Heba’da, hamaz sanılan toz bulutunun içinden çıkan motosikletli postacı da ola ki Gölgesizler’deki postacıdır.

Bir yanda iyilik, Ziya ve Kenan’ın karakterinde en saf haliyle duruyor. Oysa siz iyiliğin üzerini örter gibisiniz; Ziya yaptığı iyiliği anımsayamıyor. Diğer tarafta ise en somut haliyle kötülük var. “Sınır” bölümü militarizm eleştiri gibi okunabilirse de, romanın bütünü, gaddarlığın sadece askerliğin değil, insanın doğasında olduğunu gösteriyor. Heba “insanın insana ettiğinin” ifşası mıdır?
İyiliğin üzerini örtmüyorum, öyle bir çabam yok. Belki ortalığı saran kötülüğün gürültüsü örtüyor onu. Ayrıca, Kenan’a ettiği iyiliği Ziya hatırlamıyor zaten; hatırlamıyormuş gibi yaptığı yahut bile isteye unuttuğu sanılıyor ama biz biliyoruz ki hatırlamıyor. Minnet duygusunun bir ucu boş olsun istedim orada, Kenan’ın derinliklerine doğru bir hançer gibi tek yönlü işlesin dursun. Aynı duygu Ziya’ya geçiyor daha sonra ve onda da yine tek yönlü işliyor. Öteki ucu boş. Gaddarlık insanın doğasında var evet, fakat ben romanın sayfalar boyu söylediklerini birkaç cümleyle söyleyivermekten de korkuyorum şu anda. Biliyorsunuz, roman konuşmaya başladığında yazar susmalı derim hep. Bu yüzden, soruların uzağından uzağından geçiyorum gördüğünüz gibi.

Taşra, eserlerinizde geniş yer buluyor. Bu kez de halkın kaybolmaya yüz tutmuş kelimelerinin peşine düşüyorsunuz. O kelimelerle, zihnimizdeki taşra imgesinin kaderi aynı mı dersiniz?
Zaman zaman şunu düşünürüm; gün gelecek, insanlar birazcık nefes alabilmek, sükûnet denen şeyi hatırlayabilmek ve azıcık da olsa yavaşlığı tadabilmek için akın akın taşraya doğru koşacaklar ama onu yerinde bulamayacaklar. Bunun olacağına inanıyorum. Heba’da birçok şeyin yanı sıra, unutulmaya yüz tutmuş bazı inceliklere, kaybolup giden bazı geleneklere dokunmaya çalıştım. Bunu yaparken, can çekişen bazı kelimeleri ve söz kalıplarını da canlandırmaya çalıştım. 

Dünyaca ünlü Bloomsbury yayınevinin ilk Türk yazarı oldunuz. Eserlerinizin tamamı İngilizceye çevrilip Avrupa’da, Amerika’da yayımlanacak. Londra Kitap Fuarı yeni bitti ve Türkiye fuarın konuk ülkesiydi. Siz fuara katılmadınız. Son yıllarda Türkiye’deki fuarlara da katılmıyorsunuz. Eserleriniz dünyaya açılırken, sizin bu tavrınızın nedeni nedir?
Bazı insanlara şaka gibi geliyor ama ben fazlasıyla utangaç biriyim. Üstelik heyecanlıyım, kalabalık karşısında paniğe kapılıyorum, elimi kolumu nasıl tutacağımı, gözlerimi nereye çevireceğimi bilemiyorum. Aklım da karmakaraşık oluyor bunlarla birlikte ve sonuçta konuşamıyor, kem-küm edip duruyorum. Ayrıca, bir ay sonra herhangi bir yerde konuşacaksam, bir ay boyunca hiçbir şey yapamıyorum telaştan. İnsanlar benim bir gün, iki gün kaybedeceğimi düşünüyorlar ama öyle değil, bir ay önceden haber verilmişse tamı tamına bir ay kaybediyorum. Yurtdışı davetlerini de beş yıldır geri çeviriyorum. Çünkü benim pasaportum lacivert, konsoloslukların vize kuyruklarında elimde evrak günlerce beklemek istemiyorum. Onur kırıcı bir şey bu. Londra Kitap Fuarı’na da bu nedenle gitmedim. Belki bir gün yeşil pasaportum olursa giderim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder