“Baba
Oğul ve Kutsal Roman” ile Notra Dame de Sion Edebiyat Ödülü’nü alan Murat
Gülsoy:
‘Edebiyattan umutluyum’
Notra Dame de Sion Edebiyat Ödülü bu yıl “Baba
Oğul ve Kutsal Roman” adlı eseriyle Murat Gülsoy’un oldu. NDS Edebiyat Ödülü
Jüri Başkanı Tomris Alpay eseri “zamanın ve gerçeğin göreceliği, kişi ve
mekânın değişkenliği üzerine kurulu içsel bir yolculuk” olarak tanımlıyor. Aynı
zamanda bu eser, Gülsoy’un edebiyata ve ilişkilere bakışının kodlarını açık
eden bir referans metin olarak da değerlendirilebilir.
Sait Faik Armağanı ve Yunus
Nadi Roman Ödülü’nün ardından Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü’nün sahibi
oldunuz. Ödüller bir yazarın serüvenine neler getirir?
Günümüzde edebiyat, kültür endüstrisinin ürünlerinden birine indirgenme
tehlikesiyle karşı karşıyadır. Satış rakamlarının tek ve nihai belirleyici
olması bunun en önemli göstergelerindendir. Bir avuç nitelikli edebiyat
okurunun çer çöp içine boğulmuş edebiyat piyasasında hakiki edebiyata
ulaşmasını ciddi edebiyat eleştirisi ve titizlikle yürütülen edebiyat ödülleri
sağlayabilir. Edebiyat ödüllerinde kıstas nitelikli edebiyattır. Yazar
açısından da bu çok önemli bir geri bildirimdir.
“Baba Oğul ve Kutsal Roman”da,
Olric’ten Gollum’a, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Attilâ İlhan’a, Borges’ten
Nobokov’a, Kafka’ya uzanan bir izlekle karşılaşıyoruz. Bu izleğin, sizin
edebiyatınızdaki izdüşümü nedir?
Bu roman, dediğiniz gibi, edebiyattaki
referanslarıma bir saygı duruşunun ifadesi. Benim tüm temalarımı barındıran bir
kitap. Bilinçli olarak bir hesaplaşma, daha doğrusu genel bir muhasebe süreci
oldu. O yüzden de özellikle beni ben
yapan yazarları ve yapıtlarını bu romana davet ettim, hikâyeye, kurguya,
atmosfere sızmasına isteyerek çanak tuttum. Borges, Kafka ya da Tanpınar
olmasaydı ben bu şekilde yazamazdım. Peki ama bu şekil derken ne demek
istiyorum? İşte bu sorunun cevabını araştırdığım bir roman oldu. Parçalı bir
yapısı var, bir yandan sürükleyici bir polisiye hikâyeyi takip ediyoruz bir
yandan da anlatıcı yazarın hayat, aşk ve ölüm üzerine hesaplaşmasına neden olan
iki kadın arasında kalışının hikâyesini okuyoruz. Tabii tüm bunlar büyük
yazarların hayaletlerinin cirit attığı zihinsel bir labirentte gerçekleşiyor.
Rüyanın edebiyatla yoğrulduğu, gerçeğin kurmacayla yer değiştirdiği, sık
kullandığım temaları deşmek, kendimi araştırmak için yazdığım bir roman çıktı
ortaya. Zaten ben her romanı bir araştırma, bir arayış olarak görüyorum.
Kurmacanın olanaklarıyla
uğraşıyorsunuz. Örneğin son romanınız “Nisyan” bunun bir örneği. Bugün roman
türünün değişim içinde olduğunu, başka bir roman anlayışının yaratıldığını ya
da yaratılması gerektiğini söyleyebilir miyiz?
Söylemek isterdim tabii ama söyleyemiyorum.
Ben arıyorum. Aramayı sürdüreceğim. Ama edebiyat böyle olmalı, şöyle yapılmalı
diye cümleler kuramam. Bugüne kadar edebiyatta en çok karşı olduğum bu otoriter
tavırdır. Edebiyat, sanat hesaba gelmez, garantisi yoktur; şaşırtır, güvenli,
güvenilir ve emin değildir. Oysa yaşadığımız dünya, içinden geçtiğimiz dönem
her şeyi ehlileştiriyor. Edebiyatın buna ne kadar direnebileceğini bilmiyorum.
Örneğin sinema sanatı direnemedi. Büyük kitleleri sinema salonlarına dolduran
yapıtlar bundan kırk – elli yıl önce yapılanlardan çok daha ilkel. Edebiyat
için hâlâ bir umut olduğunu düşünüyorum, çünkü bir kalem ve bir deste kâğıtla “Suç
ve Ceza”yı yazabilirsiniz. Dolayısıyla ben gelecekten umutluyum
Romanınızdaki
“yaşandıkça yazılan, yazıldıkça yaşanan” vurgusunun kıymetli olduğunu
düşünüyorum. Yine romanda “projeci yazarlar”a bir isyan var. Proje romanlara
karşı, yaşayan romanlar yaratmak için sizce neye ihtiyacımız var?
İlk modern romanın yaratıcı olduğu söylenen
Cervantes’e göre ihtiyacımız olan tek şey içtenliktir. İçtenlik, yazarın
kendisini gerçekten sınırlayan meselelerle mücadele etmesi demektir. Moda
akımlar, ideolojiler, otoritelerin görüşleri, eleştirmenlerin söyledikleri, okurların
beklentisi yönünde yazmamaktır. Tersinden de söyleyebiliriz: Tüm bunlarla, bu
sınırlamalarla çarpışmasıdır. Çünkü insan zihni bir sınırla karşılaştığında
yaratıcı olmaya başlar. İnsanın yazdıklarını bir proje olarak görmekten
kurtulabilmesinin yolu bence içe bakıştan geçiyor. Yazar kendi içine acımasız
bir gözle bakabildiği oranda hakiki sanata yaklaşır. Ben elbette, satış
kaygısıyla yazılan kitapları küçümsüyorum, okurların bu kitaplarla zaman
kaybetmek yerine hakiki edebiyatı arayıp bulmalarını öneriyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder