22 Kasım 2014 Cumartesi

Leylâ Erbil'le yapılmış son söyleşi - 27 Nisan 2013

Leylâ Erbil, "Tuhaf Bir Erkek"te kadın erkek ilişkileri odağında toplumun halini anlatıyor

Yeni bir direnme notası

Leylâ Erbil, “Kalan”dan bir buçuk yıl sonra “Tuhaf Bir Erkek” ile okurlarını sevindirdi. Yer yer şiir-metinlerle ilerleyen, yer yer üç virgüllerle birleşip düzyazıya yaklaşan bu romanda Erbil, kadın- erkek ilişkisi odağında, toplumun ve ülkenin halinin nice olduğunu anlatıyor.
Dili her zamanki gibi usta, cesur… “Tuhaf Bir Erkek”, putkırıcı Leylâ Erbil’den yeni “bir direnme notası”. Kitapta dediği gibi: bütün acılara karşın hayat içimize bir nota bırakır ya / en bitik günümüzde direnme notasını / bir zarfa mı koyar bir deniz çırpıntısıyla mı savurur yüzümüze / neşe üşüşür hayatımıza birden güç aşılar iyi güçtür / başeğdirmeyen umut altın kafesinden / çıkıverir dolaşır tepemizde.”


Kalan’da, Tuhaf Bir Erkek’i müjdeliyordunuz. Bu romanı Kalan’la birlikte mi yazmaya karar verdiniz?
Bu kitap Kalan’ı yazarken, Kalan’ın içinden çıktı. Fakat Kalan’ın içine sığmadı ve  başını aldı gitti. Özgür bir metin olarak devam etti. Ben de onu özgür  kılmak zorunda kaldım.

Gerek biçim gerekse anlattıklarına bakarak, iki ayrı roman olsalar da birbirini bütünleyen metinler olduğunu düşünüyorum. Örneğin, Sevda ile Lâhzen benzer bir dünyaya aitler, tabii onları birleştiren en büyük payda İstanbul. 
Evet. Tabii bunu ben düşünerek yapmadım. Şimdi nasıl öyle oldu diye siz söyleyince düşünüyorum. Tuhaf bir şey. Aslında Sevda ve Lâhzen için yazılmış bir metin değil. İstanbul için yazılmış bir metin olunca; mekânlar, o abideler, heykeller, böyle bir sonuca getirdi beni. O sonuç da tabii, İstanbul’un belli noktalarına, belli yerlerine, tarihe, yaşanmışlıklara, o hayata doğru sürüklüyor insanı.

Adıyla, 71’de yazdığınız Tuhaf Bir Kadın’a da gönderme yapıyorsunuz. Aslında o romanın ilk bölümüyle, Tuhaf Bir Erkek’in ilk ifadeleri de örtüşüyor. O zamandan bu zamana kadınlar ne kadar değişti?
Kadınlar değişmedi toplum değişmedi. Toplumun kadına bakışı değişmedi. Toplumun kendisini değiştirme şartlar da değişmedi. Sistem kendi içinde aynı şekilde duruyor. Bu dinden kaynaklanan bir şeydir. Müslümanlıktan kaynaklanan bir sonuç. Ben burada suçlu aramıyorum, sadece koşulları saptıyorum. neden sonuç ilişkisi. Müslüman toplumlarında kadın üzerindeki baskılar değişmez ve böylece sürer gider. Memnunsak sesimiz çıkmaz, memnun değilsek bile onu değiştirmeye gücümüz yetmez. Çünkü biz bir sürü toplumuyuz.

Kitapta bir yerde şöyle söylüyorsunuz: “iki bin yıldır / dilendiği / sadaka / inmemiş / gökyüzünden bir türlü / kaç gorgo görmüş / bu kubbenin altında / kaç kuşak kurban vermiş / gene de / bezmemiş / dilenmekten / sevgili halkım benim”
İnanç böyle bir şey. Allah’a yalvarmaktan ibaret kalıyor sonunda. Bunca yıldır ellerimiz havada Allah’a yalvarıyoruz. İstediklerimizi vermiyor, yine yalvarıyoruz.

Biliyorsunuz, Fazıl Say’a oy ay hapis verdiler, “toplumun geniş çoğunluğunun kabul ettiği dini değerlere hakaret ettiği” savıyla.
Çocuk Allah’a inanmıyor ne yapsın, doğrusunu söylüyor, gene cezalandırılıyor. Çok feci bir şey. Yalan konuşmak günahtır, Allah’a inansa da inanmasa da yalan konuşmayan dürüst bir çocuk. Onun üzerine yine ceza veriyorlar. Asıl toplum ne kadar yalancı, ne kadar ikiyüzlü. Doğru söyleyeni hapset sonra de ki Allah var. Neyse bu konuları mayınlı bölgede sayın.

Yalnız, kitaptan uzaklaşacağız ama öyle bir şey oldu ki, buluştuğumuzda bunu mutlaka Leylâ Hanım’a anlatmalıyım dedim. Bitlis’te, TOMA’lar, yani eylemlerde insanlara tazyikli su sıkarak onları dağıtan araçlar, bu kez caddelerde halka gülsuyu sıkmış, peygamberin doğuşu vesilesiyle.
Güzel! Belki bu yüzden halk imana gelir. Bu şekilde değiştirirler belki halkı. Gülsuyunu görünce halk belki inanır. Başkaldırmaz onlara. Ne yapıp yapıp Allah’a inandıracaklar. Halk zaten inanıyor. Gülsuyunu da boşuna sıkıyorlar. Su sıkmakla olmadı, gaz sıkmakla olmadı, bu kez de gülsuyu sıkalım. Halbuki para dağıtsalar daha çok işe yarayabilir, Allah para gönderdi diye. Şu memleketin hali...

İnsan ağlasa mı gülse mi bilemiyor.
Bu memlekette çok iyi komedi yazılır. Tiyatro yazarlarına çok malzeme var.

Tekrar kitaba dönersek, garip bir sorum var. Tuhaf kelimesi sizde neye karşılık geliyor? Olumlu mu, olumsuz mu?
Kötü bir şeye karşılık gelmiyor. Tuhafa karşı geliyor. Sıradan bir şey değildir. Alelade de değildir. Tuhaf olmayan nedir; toplumun kurallarına uyan, toplumun verilerini kabul etmiş, onlara göre yaşayan, hiçbir zaman onlara karşı gelmek istemeyen insanlar değil midir? Tuhafsa, onlara bir açıdan karşı gelen, bir açıdan yenilikler isteyen, kendileri için ve toplum için değişiklikler arayan insanlardır. Tuhaflıkları bundan ibarettir. Yoksa acayip mahlukat filan değildir onlar. Acayiptir diyenler geride kalmış insanlardır. Ben tuhaf insanları severim.

Hikâyenin içinde Sevda da, adı sürekli farklılaşan ve böylece anonimleşen erkek de değişiyor. Özellikle Sevda’nın değişimi çok çarpıcı. Zamanla toplumsal gerçekliğinden uzaklaşıyor ve kendi gerçekliğini açığa çıkarıyor. Ben bunun hayatta karşılığı olduğunu düşünüyorum. Kadınlar, dünya görüşleri ne olursa olsun, ilişkinin içinde “kadınlıklarına” sıkışıyorlar sanki, ne dersiniz?
Haklısın, ben orada her kadının içinde başka bir kadın olduğunu, kadınlığın da içinde böyle mücevher tutkusu, güzellik tutkusu, şıklık tutkusu, düzenini bozmama kaygısı, sosyalist bir kadının içinde de aynen alaturka bir kadının içinde olan endişelerin mevcut olabileceğini söylemek istedim.

Sizin içinizde de var mıdır başka başka kadınlar?
Mutlaka bunların hepsi vardı bende de. Fakat biz, biz derken ben, bu gibi şeyleri aşmak için uğraştık. Kendi kendimizi eleştirmeye ve o meseleleri, o sorunumuzu aşmaya çalıştık. Ne derece aştık bilemem, aştığımızı zannediyorum. Yoksa bende de vardı o yanlar. İnsanlar bütün bu sorunları yenmiş olarak doğmuyor.

Kitapta zaman zaman –Kalan’da da vardı bu- okura sesleniyorsunuz. Hatta bir yerde, yine onlara sesleniyor ve “yakınlaştırmayı isterim / varlığımı sizinkine / can ciğer olmayı” diyorsunuz. Bugün hızla tüketilmek için üretilen kitapları ve onların konformist okurlarını düşünürsek, sizce karşınızda nasıl bir okur var? Varlığınızı gerçekten ona yaklaştırmak istiyor musunuz?
Hayır okurla yakın filan olmak istemiyorum. Tamamen numara bu. Tamamen numara bir seslenme. Hep yalan bunlar. Ben yazarken okur filan düşünmem. Ben bir şeyler yazarım buraya, sen hepsine inanma sakın.

Ancak ben sözünü ettiğim kalabalıktan ayrılan bir Leylâ Erbil okuru olduğunu düşünüyorum.
Kati bir şey söylemek istemiyorum. Kesinliği yok bunun. Yazar olmak insanlara kendini açmak demek. İnsanı insana açmak, insana bir şey göstermek demek. İçini göstermek demek en azından. Ama bunun dışında sordukları zaman, aslında ne yaptığını, okura ne yapmak istediğini bilmiyorsun. Ben bu duyguyu taşıyorum. Bazı dilbaz yazarlar, ben şunu yapıyorum, bunu söylüyorum diye ne güzel anlatıyorlar. Benim içimde yok öyle uzun uzun anlatılacak bir şey. Böyle geliyor içimden, böyle yapıyorum. Nedenini de bilmiyorum. Kendime ait olan şeyleri de bilmiyorum. Bu tarafı da, o tarafı da... Öyle geldi öyle gidiyor. Eskiden her şeyi biliyorum sanırdım. Gençken.

Sonra ne oldu peki?
Bilmiyorum, bir şey olmadı. Bir vaka olmuşluğu yok. Herhangi bir olguyla değiştim diyemem. Sadece zaman geçti. Boşluk...

Leylâ Hanım, zaman sizin istediğiniz gibi mi geçti?
Yo, hiç öyle olmadı. Bence zaten zaman sabit bir şey. Zamanın geçtiği filan yok. Biz onun önünden kayıp gidiyoruz.

Gorgo’lardan söz etmedik. Oysa “gorgo’lar ve unsurları” kitabın önemli bir parçası. Tam da romanda yazdığınız gibi, eşekarıları gibi tepemizdeler, peşimizi bırakmıyorlar. “Osmanlı gorgo’ları, Sünni gorgo’lar, intikam alan, çok kindar gorgo’lar...” Üstelik yine kitaptaki gibi “taksim alanındaki heykelin / yerine dikilen / avm kulesinin tepesinden / seslendi gorgo / ölümümü bekleyenler / avunucu yalasın / ölmeyeceğim / yüzyıllar sürse de / sizi değiştirene kadar / başınızdayım / bu iğrenç toplumu / istediğim biçimde / yoğurup / istediğim inanca / getirene kadar / ölmeyeceğim” diye bağıran gorgo’lar...  Onlardan bir gün kurtulabilecek miyiz? Sizin buna ilişkin inancınız diri mi?
Gorgo’lardan kurtulabiliriz. Ama bu, toplumun bilinç düzeyine ve örgütlenmeye bağlı.

Aslında bir yerde de şöyle söylüyorsunuz: “tek başına olmaz / sıkı bir örgüt gerek / örgüt / örgüt / örgüt”
Evet, örgütlenmeye bağlı. O da herhalde böyle dinine imanına düşkün, muhafazakârlaştıran, avucunun içine dini ve Müslümanlığı almış bu hâkim, egemen bir hükümetle filan olacak iş değil. Günün birinde olabilir, Gorgo’lardan kurtulabiliriz, ama ileride bir gün.

Adorno şöyle diyordu galiba: “Bize düşen en büyük görev, başkalarının iktidarının ya da kendi iktidarsızlığımızın bizi aptallaştırmasına izin vermemek.”
İşte izin vermeyecek düzeye gelmek mesele.

Son bir şey soracağım. Hani bugünlerde sıkça duyduğumuz bir söz var ya: Analar ağlamasın. Bu sözü ne zaman duysam aklıma Zihin Kuşları kitabınızdaki bir cümle geliyor: “İnsan sevgisi, Marksistlerin ayrıca parantez açmayı gerektirmeyen bir parçasıdır.” Bu cümleden hareketle, nasıl yorumluyorsunuz süreci?

Çok açık bir şekilde belli değil mi? “Analar ağlamasın.” İki yüzlülüğün teki. Ne diyeyim artık, diyecek bir şey yok ki.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder