Leylâ Erbil, "Tuhaf Bir Erkek"te kadın erkek ilişkileri odağında toplumun halini anlatıyor
Yeni bir direnme notası
Leylâ Erbil, “Kalan”dan bir buçuk yıl sonra “Tuhaf
Bir Erkek” ile okurlarını sevindirdi. Yer
yer şiir-metinlerle ilerleyen, yer yer üç virgüllerle birleşip düzyazıya yaklaşan
bu romanda Erbil, kadın- erkek ilişkisi odağında, toplumun ve ülkenin halinin
nice olduğunu anlatıyor.
Dili her
zamanki gibi usta, cesur… “Tuhaf Bir Erkek”, putkırıcı Leylâ Erbil’den yeni “bir
direnme notası”.
Kitapta dediği gibi: “bütün
acılara karşın hayat içimize bir nota bırakır ya / en bitik
günümüzde direnme notasını /
bir zarfa mı koyar bir deniz çırpıntısıyla mı savurur yüzümüze /
neşe üşüşür hayatımıza birden güç aşılar iyi güçtür / başeğdirmeyen
umut altın kafesinden / çıkıverir dolaşır tepemizde.”
Kalan’da,
Tuhaf Bir Erkek’i müjdeliyordunuz. Bu romanı Kalan’la birlikte mi yazmaya karar
verdiniz?
Bu kitap Kalan’ı yazarken, Kalan’ın içinden
çıktı. Fakat Kalan’ın içine sığmadı ve
başını aldı gitti. Özgür bir metin olarak devam etti. Ben de onu
özgür kılmak zorunda kaldım.
Gerek
biçim gerekse anlattıklarına bakarak, iki ayrı roman olsalar da birbirini
bütünleyen metinler olduğunu düşünüyorum. Örneğin, Sevda ile Lâhzen benzer bir
dünyaya aitler, tabii onları birleştiren en büyük payda İstanbul.
Evet. Tabii bunu ben düşünerek yapmadım. Şimdi
nasıl öyle oldu diye siz söyleyince düşünüyorum. Tuhaf bir şey. Aslında Sevda
ve Lâhzen için yazılmış bir metin değil. İstanbul için yazılmış bir metin
olunca; mekânlar, o abideler, heykeller, böyle bir sonuca getirdi beni. O sonuç
da tabii, İstanbul’un belli noktalarına, belli yerlerine, tarihe,
yaşanmışlıklara, o hayata doğru sürüklüyor insanı.
Adıyla,
71’de yazdığınız Tuhaf Bir Kadın’a da gönderme yapıyorsunuz. Aslında o romanın
ilk bölümüyle, Tuhaf Bir Erkek’in ilk ifadeleri de örtüşüyor. O zamandan bu
zamana kadınlar ne kadar değişti?
Kadınlar değişmedi toplum değişmedi. Toplumun
kadına bakışı değişmedi. Toplumun kendisini değiştirme şartlar da değişmedi.
Sistem kendi içinde aynı şekilde duruyor. Bu dinden kaynaklanan bir şeydir.
Müslümanlıktan kaynaklanan bir sonuç. Ben burada suçlu aramıyorum, sadece
koşulları saptıyorum. neden sonuç ilişkisi. Müslüman toplumlarında kadın
üzerindeki baskılar değişmez ve böylece sürer gider. Memnunsak sesimiz çıkmaz,
memnun değilsek bile onu değiştirmeye gücümüz yetmez. Çünkü biz bir sürü
toplumuyuz.
Kitapta
bir yerde şöyle söylüyorsunuz: “iki bin yıldır / dilendiği / sadaka / inmemiş /
gökyüzünden bir türlü / kaç gorgo görmüş / bu kubbenin altında / kaç kuşak
kurban vermiş / gene de / bezmemiş / dilenmekten / sevgili halkım benim”
İnanç böyle bir şey. Allah’a yalvarmaktan
ibaret kalıyor sonunda. Bunca yıldır ellerimiz havada Allah’a yalvarıyoruz.
İstediklerimizi vermiyor, yine yalvarıyoruz.
Biliyorsunuz,
Fazıl Say’a oy ay hapis verdiler, “toplumun geniş çoğunluğunun kabul ettiği dini
değerlere hakaret ettiği” savıyla.
Çocuk Allah’a inanmıyor ne yapsın, doğrusunu
söylüyor, gene cezalandırılıyor. Çok feci bir şey. Yalan konuşmak günahtır,
Allah’a inansa da inanmasa da yalan konuşmayan dürüst bir çocuk. Onun üzerine
yine ceza veriyorlar. Asıl toplum ne kadar yalancı, ne kadar ikiyüzlü. Doğru
söyleyeni hapset sonra de ki Allah var. Neyse bu konuları mayınlı bölgede
sayın.
Yalnız,
kitaptan uzaklaşacağız ama öyle bir şey oldu ki, buluştuğumuzda bunu mutlaka
Leylâ Hanım’a anlatmalıyım dedim. Bitlis’te, TOMA’lar, yani eylemlerde
insanlara tazyikli su sıkarak onları dağıtan araçlar, bu kez caddelerde halka
gülsuyu sıkmış, peygamberin doğuşu vesilesiyle.
Güzel! Belki bu yüzden halk imana gelir. Bu
şekilde değiştirirler belki halkı. Gülsuyunu görünce halk belki inanır.
Başkaldırmaz onlara. Ne yapıp yapıp Allah’a inandıracaklar. Halk zaten
inanıyor. Gülsuyunu da boşuna sıkıyorlar. Su sıkmakla olmadı, gaz sıkmakla
olmadı, bu kez de gülsuyu sıkalım. Halbuki para dağıtsalar daha çok işe
yarayabilir, Allah para gönderdi diye. Şu memleketin hali...
İnsan
ağlasa mı gülse mi bilemiyor.
Bu memlekette çok iyi komedi yazılır. Tiyatro
yazarlarına çok malzeme var.
Tekrar
kitaba dönersek, garip bir sorum var. Tuhaf kelimesi sizde neye karşılık
geliyor? Olumlu mu, olumsuz mu?
Kötü bir şeye karşılık gelmiyor. Tuhafa karşı
geliyor. Sıradan bir şey değildir. Alelade de değildir. Tuhaf olmayan nedir;
toplumun kurallarına uyan, toplumun verilerini kabul etmiş, onlara göre
yaşayan, hiçbir zaman onlara karşı gelmek istemeyen insanlar değil midir?
Tuhafsa, onlara bir açıdan karşı gelen, bir açıdan yenilikler isteyen,
kendileri için ve toplum için değişiklikler arayan insanlardır. Tuhaflıkları
bundan ibarettir. Yoksa acayip mahlukat filan değildir onlar. Acayiptir
diyenler geride kalmış insanlardır. Ben tuhaf insanları severim.
Hikâyenin
içinde Sevda da, adı sürekli farklılaşan ve böylece anonimleşen erkek de
değişiyor. Özellikle Sevda’nın değişimi çok çarpıcı. Zamanla toplumsal
gerçekliğinden uzaklaşıyor ve kendi gerçekliğini açığa çıkarıyor. Ben bunun
hayatta karşılığı olduğunu düşünüyorum. Kadınlar, dünya görüşleri ne olursa
olsun, ilişkinin içinde “kadınlıklarına” sıkışıyorlar sanki, ne dersiniz?
Haklısın, ben orada her kadının içinde başka
bir kadın olduğunu, kadınlığın da içinde böyle mücevher tutkusu, güzellik
tutkusu, şıklık tutkusu, düzenini bozmama kaygısı, sosyalist bir kadının içinde
de aynen alaturka bir kadının içinde olan endişelerin mevcut olabileceğini
söylemek istedim.
Sizin
içinizde de var mıdır başka başka kadınlar?
Mutlaka bunların hepsi vardı bende de. Fakat
biz, biz derken ben, bu gibi şeyleri aşmak için uğraştık. Kendi kendimizi
eleştirmeye ve o meseleleri, o sorunumuzu aşmaya çalıştık. Ne derece aştık
bilemem, aştığımızı zannediyorum. Yoksa bende de vardı o yanlar. İnsanlar bütün
bu sorunları yenmiş olarak doğmuyor.
Kitapta
zaman zaman –Kalan’da da vardı bu- okura sesleniyorsunuz. Hatta bir yerde, yine
onlara sesleniyor ve “yakınlaştırmayı isterim / varlığımı sizinkine / can ciğer
olmayı” diyorsunuz. Bugün hızla tüketilmek için üretilen kitapları ve onların
konformist okurlarını düşünürsek, sizce karşınızda nasıl bir okur var?
Varlığınızı gerçekten ona yaklaştırmak istiyor musunuz?
Hayır okurla yakın filan olmak istemiyorum.
Tamamen numara bu. Tamamen numara bir seslenme. Hep yalan bunlar. Ben yazarken
okur filan düşünmem. Ben bir şeyler yazarım buraya, sen hepsine inanma sakın.
Ancak
ben sözünü ettiğim kalabalıktan ayrılan bir Leylâ Erbil okuru olduğunu
düşünüyorum.
Kati bir şey söylemek istemiyorum. Kesinliği
yok bunun. Yazar olmak insanlara kendini açmak demek. İnsanı insana açmak,
insana bir şey göstermek demek. İçini göstermek demek en azından. Ama bunun
dışında sordukları zaman, aslında ne yaptığını, okura ne yapmak istediğini
bilmiyorsun. Ben bu duyguyu taşıyorum. Bazı dilbaz yazarlar, ben şunu
yapıyorum, bunu söylüyorum diye ne güzel anlatıyorlar. Benim içimde yok öyle
uzun uzun anlatılacak bir şey. Böyle geliyor içimden, böyle yapıyorum. Nedenini
de bilmiyorum. Kendime ait olan şeyleri de bilmiyorum. Bu tarafı da, o tarafı
da... Öyle geldi öyle gidiyor. Eskiden her şeyi biliyorum sanırdım. Gençken.
Sonra
ne oldu peki?
Bilmiyorum, bir şey olmadı. Bir vaka olmuşluğu
yok. Herhangi bir olguyla değiştim diyemem. Sadece zaman geçti. Boşluk...
Leylâ
Hanım, zaman sizin istediğiniz gibi mi geçti?
Yo, hiç öyle olmadı. Bence zaten zaman sabit
bir şey. Zamanın geçtiği filan yok. Biz onun önünden kayıp gidiyoruz.
Gorgo’lardan
söz etmedik. Oysa “gorgo’lar ve unsurları” kitabın önemli bir parçası. Tam da
romanda yazdığınız gibi, eşekarıları gibi tepemizdeler, peşimizi bırakmıyorlar.
“Osmanlı gorgo’ları, Sünni gorgo’lar, intikam alan, çok kindar gorgo’lar...” Üstelik
yine kitaptaki gibi “taksim alanındaki heykelin / yerine dikilen / avm
kulesinin tepesinden / seslendi gorgo / ölümümü bekleyenler / avunucu yalasın /
ölmeyeceğim / yüzyıllar sürse de / sizi değiştirene kadar / başınızdayım / bu
iğrenç toplumu / istediğim biçimde / yoğurup / istediğim inanca / getirene
kadar / ölmeyeceğim” diye bağıran gorgo’lar...
Onlardan bir gün kurtulabilecek miyiz? Sizin buna ilişkin inancınız diri
mi?
Gorgo’lardan kurtulabiliriz. Ama bu, toplumun
bilinç düzeyine ve örgütlenmeye bağlı.
Aslında
bir yerde de şöyle söylüyorsunuz: “tek başına olmaz / sıkı bir örgüt gerek /
örgüt / örgüt / örgüt”
Evet, örgütlenmeye bağlı. O da herhalde böyle
dinine imanına düşkün, muhafazakârlaştıran, avucunun içine dini ve Müslümanlığı
almış bu hâkim, egemen bir hükümetle filan olacak iş değil. Günün birinde
olabilir, Gorgo’lardan kurtulabiliriz, ama ileride bir gün.
Adorno şöyle
diyordu galiba: “Bize düşen en büyük görev, başkalarının iktidarının ya da
kendi iktidarsızlığımızın bizi aptallaştırmasına izin vermemek.”
İşte izin vermeyecek düzeye gelmek mesele.
Son bir
şey soracağım. Hani bugünlerde sıkça duyduğumuz bir söz var ya: Analar
ağlamasın. Bu sözü ne zaman duysam aklıma Zihin Kuşları kitabınızdaki bir cümle
geliyor: “İnsan sevgisi, Marksistlerin ayrıca parantez açmayı gerektirmeyen bir
parçasıdır.” Bu cümleden hareketle, nasıl yorumluyorsunuz süreci?
Çok açık bir şekilde belli değil mi? “Analar
ağlamasın.” İki yüzlülüğün teki. Ne diyeyim artık, diyecek bir şey yok ki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder