22 Kasım 2014 Cumartesi

Murat Gülsoy'la söyleşi - 28 Mayıs 2013

“Baba Oğul ve Kutsal Roman” ile Notra Dame de Sion Edebiyat Ödülü’nü alan Murat Gülsoy:

‘Edebiyattan umutluyum’

Notra Dame de Sion Edebiyat Ödülü bu yıl “Baba Oğul ve Kutsal Roman” adlı eseriyle Murat Gülsoy’un oldu. NDS Edebiyat Ödülü Jüri Başkanı Tomris Alpay eseri “zamanın ve gerçeğin göreceliği, kişi ve mekânın değişkenliği üzerine kurulu içsel bir yolculuk” olarak tanımlıyor. Aynı zamanda bu eser, Gülsoy’un edebiyata ve ilişkilere bakışının kodlarını açık eden bir referans metin olarak da değerlendirilebilir.

Sait Faik Armağanı ve Yunus Nadi Roman Ödülü’nün ardından Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü’nün sahibi oldunuz. Ödüller bir yazarın serüvenine neler getirir?
Günümüzde edebiyat, kültür endüstrisinin ürünlerinden birine indirgenme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Satış rakamlarının tek ve nihai belirleyici olması bunun en önemli göstergelerindendir. Bir avuç nitelikli edebiyat okurunun çer çöp içine boğulmuş edebiyat piyasasında hakiki edebiyata ulaşmasını ciddi edebiyat eleştirisi ve titizlikle yürütülen edebiyat ödülleri sağlayabilir. Edebiyat ödüllerinde kıstas nitelikli edebiyattır. Yazar açısından da bu çok önemli bir geri bildirimdir.

“Baba Oğul ve Kutsal Roman”da, Olric’ten Gollum’a, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Attilâ İlhan’a, Borges’ten Nobokov’a, Kafka’ya uzanan bir izlekle karşılaşıyoruz. Bu izleğin, sizin edebiyatınızdaki izdüşümü nedir?
Bu roman, dediğiniz gibi, edebiyattaki referanslarıma bir saygı duruşunun ifadesi. Benim tüm temalarımı barındıran bir kitap. Bilinçli olarak bir hesaplaşma, daha doğrusu genel bir muhasebe süreci oldu.  O yüzden de özellikle beni ben yapan yazarları ve yapıtlarını bu romana davet ettim, hikâyeye, kurguya, atmosfere sızmasına isteyerek çanak tuttum. Borges, Kafka ya da Tanpınar olmasaydı ben bu şekilde yazamazdım. Peki ama bu şekil derken ne demek istiyorum? İşte bu sorunun cevabını araştırdığım bir roman oldu. Parçalı bir yapısı var, bir yandan sürükleyici bir polisiye hikâyeyi takip ediyoruz bir yandan da anlatıcı yazarın hayat, aşk ve ölüm üzerine hesaplaşmasına neden olan iki kadın arasında kalışının hikâyesini okuyoruz. Tabii tüm bunlar büyük yazarların hayaletlerinin cirit attığı zihinsel bir labirentte gerçekleşiyor. Rüyanın edebiyatla yoğrulduğu, gerçeğin kurmacayla yer değiştirdiği, sık kullandığım temaları deşmek, kendimi araştırmak için yazdığım bir roman çıktı ortaya. Zaten ben her romanı bir araştırma, bir arayış olarak görüyorum.

Kurmacanın olanaklarıyla uğraşıyorsunuz. Örneğin son romanınız “Nisyan” bunun bir örneği. Bugün roman türünün değişim içinde olduğunu, başka bir roman anlayışının yaratıldığını ya da yaratılması gerektiğini söyleyebilir miyiz?
Söylemek isterdim tabii ama söyleyemiyorum. Ben arıyorum. Aramayı sürdüreceğim. Ama edebiyat böyle olmalı, şöyle yapılmalı diye cümleler kuramam. Bugüne kadar edebiyatta en çok karşı olduğum bu otoriter tavırdır. Edebiyat, sanat hesaba gelmez, garantisi yoktur; şaşırtır, güvenli, güvenilir ve emin değildir. Oysa yaşadığımız dünya, içinden geçtiğimiz dönem her şeyi ehlileştiriyor. Edebiyatın buna ne kadar direnebileceğini bilmiyorum. Örneğin sinema sanatı direnemedi. Büyük kitleleri sinema salonlarına dolduran yapıtlar bundan kırk – elli yıl önce yapılanlardan çok daha ilkel. Edebiyat için hâlâ bir umut olduğunu düşünüyorum, çünkü bir kalem ve bir deste kâğıtla “Suç ve Ceza”yı yazabilirsiniz. Dolayısıyla ben gelecekten umutluyum

Romanınızdaki “yaşandıkça yazılan, yazıldıkça yaşanan” vurgusunun kıymetli olduğunu düşünüyorum. Yine romanda “projeci yazarlar”a bir isyan var. Proje romanlara karşı, yaşayan romanlar yaratmak için sizce neye ihtiyacımız var?
İlk modern romanın yaratıcı olduğu söylenen Cervantes’e göre ihtiyacımız olan tek şey içtenliktir. İçtenlik, yazarın kendisini gerçekten sınırlayan meselelerle mücadele etmesi demektir. Moda akımlar, ideolojiler, otoritelerin görüşleri, eleştirmenlerin söyledikleri, okurların beklentisi yönünde yazmamaktır. Tersinden de söyleyebiliriz: Tüm bunlarla, bu sınırlamalarla çarpışmasıdır. Çünkü insan zihni bir sınırla karşılaştığında yaratıcı olmaya başlar. İnsanın yazdıklarını bir proje olarak görmekten kurtulabilmesinin yolu bence içe bakıştan geçiyor. Yazar kendi içine acımasız bir gözle bakabildiği oranda hakiki sanata yaklaşır. Ben elbette, satış kaygısıyla yazılan kitapları küçümsüyorum, okurların bu kitaplarla zaman kaybetmek yerine hakiki edebiyatı arayıp bulmalarını öneriyorum.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder